tag:blogger.com,1999:blog-47038147012241859142024-03-14T04:02:50.790-07:00Tek Sesli Klasik SenfoniKurgulamak yerine yaşamayı, yaşatmayı denemeli insan.Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.comBlogger46125tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-60831318431676759572020-10-09T10:04:00.005-07:002021-02-13T14:20:52.504-08:00KIRÇIL<p> </p><p>Koltuğunun altında kırçıl renkli soğuk bir mermer parçası ile eve döndü. Mezarlıklarda kimlik görevi gören cinse mensup bu taş; başına konmasa da eline çok yakışmıştı.</p><p>İnsanlar şanslarını kendi gözlerine görünür kılmak için çeşitli varlıkların sembolleşmesine ihtitiyaç duyarlar. At nalı,fincanda süzülen telve,dört yapraklı yonca... Bu varlıklar talihin göstergesi kabuledilse de bu metaforsal hareket oluşum sürecinde sırtına yüklendiği nesnenin fikri alınmaz. Örneğin hayvan yemi olarak kullanılan yoncanın dört yapraklı olma sebebi dna sisteminde yaşanan mutasyodur. Bu yüzden nadir bulunur. İnsanoğlu ise mutasyona maruz kalmıiş bu nesnenin sanki derdi azmış gibi bir de şans getirmesi beklerler. İnsanlar hep beklerler. Beklemek ortaçağ sessizliğinden kalma bir avuntu eylemidir.</p><p>Sokaktan aşağı sürdürdüğü inişi hayatının geneline yayılmış dokunaklı bir eylemdi. Kahramanımız hayatının en trajikomik günlerini iniş ağırlıklı psikolojik sıkkınlıklarla kurgulamıştı. Ülke standarlarına göre uzun; biraz zayıfçaydı. Eli yüzü düzgün diye tanımlanan ve belli bir vasatlık çizgisini temsil eden gruba dahildi. Kainat yaratıldıktan sonra belli bir sistem ve sıralama ile dünyaya gelen milyarlarca insan içinde efektif bir yapısı olmayan , kalabalıklarla kolaylıkla görünmez kalabilen adam; varlığın tanımındaki farklılık ilkesinin zıttı bir konumda oturakalmıştı. Belki de ayağa kalkmak için tam da bu anı bekliyordu. </p><p>Yeşilçam eteklerinden kalma bir gün, bulutsuz gökyüzünden göz kırpan güneş ve denizin çarşafsı sakinliği. Kahramanımız her zamanki yalnızlığının sesinde yosun kokusunu alabilecek mesafdeki bir boğaz bankına kuruldu. Kulağındaki kulaklığı duyu organını dış dünya düzleminden kurtarma görevini başarı ile yerine getiriyordu. Hakkı Bulut'tan Ray Charles'e kadar uzanan geniş müzik listesi türk kültürü ile arap ezgilerini harman edip, üzerinede Batı'nın ahaksızlığını değil ilmini katarak oluşturulmuştu. Elindeki ince öğünlük kitaplar serisinde sırada James Joice'nin aforizmatik sözleri vardı. Başkasının fikirlerini okumak sizi fikir ortağı yapmaz; aksine düşünülmüş olanları görüp zihninizi kapısı açılmamış odalara yönlendirmenizi sağlar. Bu kapı çalmalar arasından çıkıp denize baktı. Özenle kaldığı sayfayı işaretlediği kitabını tek omzuna taktığı deri çantasına koydu. El işçiliği çanta onun zevkinin temel tanımıydı. Makineleşme karşısında tarafını el işçiği ve kilicinin kör oğlunun yanı olarak seçmişti. Çantasının en küçük gözünden tabakasını çıkardı. İçinden uzandı sigarayı iki parmağı ile tutup tahta bankın üstünde oklava gibi yuvarlayıp tütünün sıkı kısmını boşalttı. Ağzına getirdiği sigarayı yakarken derin bir nefes çekti. Küçük olaylara büyük ritüeller yükleme huyu onun hayatında küçük kaçamak alanları oluşturuyordu. </p><p>Eve dönüş yolunda kendini müziğin ritmine kaptırdı. Çabuk adımlarla evin kapısına geldiğinde küçük bir misafir ile karşılaştı. Dört ayaklı bu misafir gözlerinin en masum rengi ile onca kapı arasında onun paspasını yatak olarak seçmişti. Yeni dostu ile evin kapısı aralayıp odaları tanıttı. Mutfak ve balkondan sonra birlikte salondaki kanepeye yerleştiler. Mercan'ı serbest bırakıp izlemeye başladı. Koca evin salonunda belli bir süre duraksadı. Sonrasında önce mutfağa sonra kitaplığa yöneldi. Hiç kimsesizliği ile meşhur evinde ilk defa bir başka varlığın ayak seslerini duymak ona tatlı bir heyecan vermişti. Hatta onun için evde ufak birkaç değişiklik yapmayı bile düşündü. Balkon demirlerinin arası perde ile kapatılmalı, yerdeki kırılacak eşyalar yukarıya kaldırılmalı ve artık belli saatlerde evde olunmalıydı. </p><p>Sabah Mercan'ın havlaması ile uyandı. Alarm yerini bir canlının çağırısı ile uyanmak duygusunun farklılığı şöyle dursun; uzun zamandan sonra yatağından hızlıca ve gülümseyerek kalktı. Mercan yatağın kenarından onu alıp mama kabının yanına götürdü. Yemeğini alan ufaklık sessizliğe bürünürken kahramanımız evin açık camından sokağa baktı. Karşı apartmanın üçüncü katındaki hareketlilik gözüne ilişti. Kiralık yazısı sökülen cama perdeler iliştirilmiş, ne zamandır boş kalan balkona iki tabure ile bir küçük masa yerleşmişti. Masanın üstünde eskice bir gazlambası gözüne çarptı. Artık ihtiyaçtan çok dekorasyona hizmet eden bu lamba ondakinin aynısıydı. Çok eski ve el işçiliği olan bu lambayı bulduğu dükkanı hatırladı. Sadece Kadıköy'de kaybolanların bulabileceği bir dükkanda karşısına çıkmıştı. Eve olan dikkati daha da artarken paçasında küçük Mercan'ın patisini hissetti. Anlaşılan evin yakışıklısı yemeğin üstüne mahallede kısa bir yürüyüş istiyordu. İstanbul'un aslını koruyan birkaç mahallesinde birinde sokaklara giriştiler. Mercan önde kahramanımız arkada uzun bir yürüyüş, bir kaç sahaf ve son olarak bakkal ziyaretinden sonra evlerinin önüne geldiklerinde Mercan karşı apartmana yöneldi. Ne oluyor demeye kalmadan küçük beyin kendi türünden bir arkadaşa rastladığı anlaşıldı. Onların kavuşmasına yakından tanıklık eden biri daha göze ilişti. Kıvırcık saçlar altında güzel bir yüz ile varolan bu şahsın diğer yavrunun sahibi olduğunu tahmin etmek kolaydı. Ancak Mercan'ın yaptığı bu kıyağa karşılık bir adım da kahramanımıza düşüyordu. Gidip iki yaramaz arkadaşla biraz oynadıktan sonra kısa bir sohbet açmış, sonrasında evine yönelmişti. Karşı daireye taşındıklarını, lambanın ona ait olduğu ve bu saatlerde yürüyüş yaptıklarını öğreniş olmak güzel bir başlangıç sayılabilirdi. Adını sorsakta söylemeye yanaşmayacak karakterimizin yerine cevabbı biz verelim;</p><p>Adı lazım değil,illa bir ad konacaksa köprücük kemikleri çıkık kadın diyelim.</p><p>Aradan günler geçti. Artık sabah yürüyüşleri düzenli bir hâl almıştı. Akşamları balkona konan masanın yolu karşı apartmanın üçüncü katına bakıyor, sokağın kargaşası içinde gökyüzü daha anlamlı görünüyordu. Karşı apartmanın sakinleri. Onlar içinde küçük köpeği ve balkondaki masasında gaz lambası olan, kıvırcık saçlı...</p><p>Adı lazım değil; illa bir ad konacaksa ben ona hayran o İstanbul'a diyelim.</p><p>Gel zaman git zaman artık uzaktan bakmaların yetmediği vakitler kapıya dayandı. Konuşmak İlk iki yaşına kadar öğrenilen bir eylem olmakla birlikte bazı anların sessizliği insanı suskunluğa sevkedebilir. Çünkü alınacak cevabın türüne göre etkisi farklı şekillenir.</p><p>'' Bazen bir insan sevdiğini cümleleri ile öldürebilir. Üstelik bu durum Dünya'nın hiç bir yerinde kriminal vaka sayılmaz.''</p><p>Koltuğunun altındaki kırçıl renkli düz ve soğuk taşla evin kapısında belirdi. Ayakkabılarını giyip sokağa, yokuştan aşağı Kadıköy iskelesine doğru sallandı. Ali Suavi heykelini geçti, meşhur boğadan sola döndü.</p><p>Sahilde bankın sağ köşesine kendini, kendinin soluna ama karşıdan bakıldığında bankın sağına denk gelen köşeye mermeri bıraktı. Bir sigara yaktı. Belki de malum şair ibi o da parmaklarının ucunu yaktı. Kulaklığında İbrahim Tatlıses'ten Led Zeplin'e kadar uzanan listesi akarken Kadıköy'den köpürüp burnunu Karaköy'e çeviren vapuru takip etti. Kaybetmenin acısından korkanlar kaybetmemek adına kimseye bağlanmazlar. Çünkü kimileri ayrılık ihtimalinin varlığına bile dayanamazlar. </p><p>''Ayrılık da sevdaya dahil der birileri; başını alıp gitmek sevdaya dahil değil der Zarif'lerden bir adam...''</p><p>Mercan önde kahramanımız arkada ve mahalle en arkada kalacak şekilde sıralanan kaderin fotoğrafı eşliğinde, koltuğunun altındaki kırçıl , düz ve soğuk mermer parçası ile yola çıkan adam; belki de her şeyin düzelmesinin tek yolunu hiç bir şeyi dağıtmamakla, olduğun gibi kalmakla bulmuştu. Uslu durursa her şeyin düzeleceği söylenen çocukların hayatları boyunca kaybettiği yazar Kutlu bir Uzun Hikaye'de. </p><p>Bazen kalmak için mutluluğun ışıltısı yetmez. Gitmek için ışığın ardındaki küçük bir gölge yeter...</p><div><br /></div>Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-53040430122621120692020-03-19T10:36:00.000-07:002020-03-19T10:36:51.270-07:00HİKAYE YAZAMAYAN HİKAYECİ'NİN HİKAYESİ<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhs6X_jtli69daXE-8_dOWwMtjPdCM09OaFVElzRlUF88OuMRp2HhBDgqDUHzqghJE-seSRBvfpGHnwHPiGC3AGno44eOnNxP5Kecw8E-lXSwPQSg7eL-6vAyUDrtQbsxxzmeJIFu6cElg/s1600/f36a82fe-bec1-472f-9e51-364d35f688a4.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="810" data-original-width="1080" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhs6X_jtli69daXE-8_dOWwMtjPdCM09OaFVElzRlUF88OuMRp2HhBDgqDUHzqghJE-seSRBvfpGHnwHPiGC3AGno44eOnNxP5Kecw8E-lXSwPQSg7eL-6vAyUDrtQbsxxzmeJIFu6cElg/s320/f36a82fe-bec1-472f-9e51-364d35f688a4.jpg" width="320" /></a></div>
<i><br /></i>
<i><br /></i>
<i>''Korku zihinlerimizin tanımadığı duygu ve durumlar karşısında geliştirdiği bir savunma refleksidir. Bilmediğimiz şeyler karanlığın temsili olarak zihnimizdeki çarkları bir anlığına duraksatır. Çarkların duraksaması ile kitlenen sistem alarm verir; karanlık ve kapanış...''</i><br />
<div>
<br /></div>
<div>
Not defterini başını kaldırdı. Boynunu iki eli ile kavrayıp sıktı. Göz kapaklarına saplanan sancı güneşin keskinleşmesi ile daha da artıyordu. Hikaye yazma orucunu bozup aklına gelenleri karalamaya karar vermişti. O hikaye yazmak istiyordu ama bakalım hikaye onu istiyor muydu?</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Uzun zamandır ilgilenmediği sevgilisini fark ettiği an gibi baktı kağıda; tekrar yazmaya korkuyordu sanki. <i>''Nerelerdeydin?''</i> dese ne cevap vereceğini bilmiyordu. Hikaye yazmak için yaşamak gerekirdi önce. En kurmaca olay bile bir noktada gerçekliğe bağlı olmalıydı. Gerçekliğe bağlı olmayan olayı yabancılaştırmak imkansız olacaktı. İnsan bilmediği şeyi bildiği şeyler sayesinde adlandırırdı. Ya da tam tersi. Bir şeye isim koyduğunuzda; sınır çizdiğinizde dolaylı olarak onun dışında kalanı, zıttını da isimlendirmiş olursunuz. Yani belli bir kümeyi siyah diye adlandırırsanız ister istemez o kümenin dışındakileri <i>siyah olmayanlar </i>olarak tanımlamış olursunuz.</div>
<div>
Kafası felsefeye yatmaya başladı mı tehlike çanları çalıyor demekti. En son felsefeye daldığında üç gün uyumamıştı. Beceremezdi olaylara son noktayı koymayı. Abartır, uzattıkça uzatırdı. Bir kıza aşık olmuştu bir keresinde; çok güzel bir kıza. Beyaz tenli , uzun boylu, kıvırcık gür saçlı. Bir de beni vardı yanağında. Bir ben vardı o benden içeri dercesine bakardı ona. Kendine bakınca solardı hevesi. Zayıf, çelimsiz kara kuru bir şeydi. Adını bile sormadığı bu kızı yıllarca unutmadı. Ama bulmak için de uğraşmadı. Duygu ve yaşattığı durum yapısını sevmişti onun. Biraz trajik, biraz salakça, biraz da hayali. Var yok mu belli değil. Bu düşünce hali onun hayatının geneline yansımıştı.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Peki son bir haftası da örnek miydi her zaman ki tavrına? Yine sadece düşünceyi mi sevmişti? Yoksa onu düşünmek miydi sevdiği?</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Tüm bunları zihninden atıp hikayeye odaklandı. Sonuçta olaylar hayatla beraber akarken bir kesitini yakalayıp yazmaya başlamalıydı. Olay hikayesi sevmezdi fazla. Oldum olası Maupassant'a ısınamamıştı. Durum hikayesine yakın durmakla beraber seçimlere girse oyunu Çehov'a verirdi. Yine Müslüm Gürses dinlediği gecelerden birinde yaşanmamışlık hikayeleri yazmaya karar verdi. Evet henüz yaşamadığı bir olay bulup <i>''Yaşasaydım nasıl olurdu?''</i> sorusuna cevaben olayları akışına salmaktı niyeti. </div>
<div>
<br /></div>
<div>
<i>Sanatı sanat için</i> yapmak istemediği kesin olmakla beraber hiç bir zaman bir Namık Kemal de olmamıştı. <i>Sanat sanatçı için</i> derdi bu pradoksal soruyla karşılaşırsa. Ama gel gelelim kendini sanatçıdan da saymazdı. Konu yine dağılırken tuttu kendini. Kendi içinden bir anlatıcı çıkarıp bilmediklerini yazmaya başladı. <i>Bir bilim adamının romanı</i> olmasa da bir <i>tutunamayanın</i> çırpınışına yakın olacağı açıktı. Ama Oğuz Atay'ın ondan önce büyük resmi gördüğünü hatırladı. O tutunacak bir dal vermeliydi karakterine. ''<i>Sonuçta tutunamamak tutunacak bir dal bulamamaktan ileri gelirdi''</i> Onun karakteri <i>'' Son dalına tutunan adam olacaktı''</i> O dalın kırılıp kırılmayacağına hikayenin sonunda karar verecekti.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Sabah erkenden Kadıköy'e sallandı. Boğa'nın yanından sıyrılıp Ali Suavi Heykeli'ne sırtını verdi. Daha sabah güneşi sokağa girmemişti. Bir işaret aramaya başladı. Tanrım bir ışık, bir başlama noktası; ilk cümleyi yazmak için bir parıltı. Mehmet Akif gibi Tacettin Dergahı'na mı kapanmalıydı? Derken köşede, varla yok arası. Gölgeden çok bir ışık yansıması, kafa karışıklığı gibi bir adam fark etti. Adamın varlığı tüm radarlardan saklanmış gibiydi. Bu aydınlıkta bile karanlık kalabilmiş bir tipti. Peşine düşmek niyetiyle yürüttüğünde aldığı kararı hatırladı. Artık yaşanmamışlık hikayeleri yazacağına göre bu adamı alıp başına türlü çorapları zihninde üreterek örecekti.Kahramanını bırakıp sahile geçti. Sahafların bile kepenk açmadığı semtte sadece çay ocakları mesaiye başlamıştı. Etrafı şöyle bir süzüp iskelenin yakınlarında bir tabureye kuruldu. Hikayesinin sınırlarını belirlemeye başlamalıydı. Öncelikle bir isim koymalıydı karakterine. hem dikkat çekici hem de gizemli bir hava yakalamalıydı. <i>Yusuf Atılgan'ın Bay C'si</i> kullanılmamış olsa tam da karakterinin üstüne otururdu.<br />
<i>Bay Hiç Kimse </i>diye düşündü. Hem <i>Hiç</i> ama sonuçta bir <i>Kimse</i>; artık her kimse burada kendini bulup kimsesizliğine kimlik edinebilirdi. Bu bağlamla zihninde canlanan hikayelerin ilk sahnelerini sırayla oynatmaya başladı;<br />
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<i>Bay Hiç Kimse zamanın birinde bir ülkenin veliaht prensi olarak işe başlamıştı. Maaşı dolgun olan bu işin sigortası da tam olarak yatmakta; yol yemek ve konaklama saray eşrafı tarafından karşılanmakta idi. Tek yapması gereken cadılar tarafından verilen elmaları yemek, yedi cücelerle iyi geçinmek, uyuyan bir prenses varsa öpmek ve ejderha falan görürse bir zahmet öldürüp halkı refaha kavuşturmaktı. </i></div>
<div>
Bir an duraksadı. Yedi cüceler tamamda bu ejderha öldürme işi pek aklına yatmamıştı. Şimdi memleket zaten karışıkken hayvan hakları dernekleri ile papaz olmak istemezdi. Zaten bu papaz olma durumu da dinsel bir çatışma ortamı doğurabilirdi. Mecburen Bay Hiç Kimse'yi Grimm Kardeşler masallarından çıkaracaktı. Orta Asya'ya; Dedem Korkut Hikayelerine yöneldi olmadı. Fransız Flaneur kavramına baktı karakterine bol geldi. Cennet Mahallesi Beter Ali rolü müzikalite yetersizliğinden havada kaldı...<br />
<br /></div>
<div>
</div>
<div>
Bu görev yükleyen hikaye konseptine artık bir son vermesi gerekiyordu. Bir şeyler yazmaya başladığında karakterini toplumsal yargılarla giydirmeye çalıştığından sonuç saçma sapan bir Türk bilim-kurgusuna dönmüştü. Bir de Flaş TV oyunculuğu eklenince hikayeleri ikinci paragrafı göremeden zorunlu final yapmak zorunda kalıyordu.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Kadıköy-Karaköy vapuruna binerken kahramanını da cebine koymayı unutmadı. Aklı karışıktı ama en azından düğümün bir ucunu eline almıştı. Gerisinin bir çorap söküğü olmasını umuyordu.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Evine vardığında bugünü, kahramanını ve yazamadığı hikayeleri düşündü. Bir hikayenin sonunu yazmak için başını oluşturmak zorunlu muydu? Sadece mutlu son yazılamaz mıydı karakterlere? Ana karakterin mutluluğu okuyucunun mutlu olmasına yetmez miydi?<br />
Salonun ortasında dönmeye başladı. Kimileri oturup uzaklara dalarak düşünür. Onun düşünme alameti yürümesiydi. Bu aynı zamanda eski bir Filozof adetiydi. Filozoflar sürekli yürümeleri ve yürürken felsefi düşüncelere dalmaları ile bilinirlerdi. Peki o ne kadar düşünüyordu? Ya da düşünmek onun durumunu ne kadar iyiye götürürdü. <i>''Düşün düşün b*ktur işin''</i> sözünün deyimler sözlüğündeki karşılığı neydi?<br />
<br /></div>
<div>
Sorular... Cevapsız ve sonuçsuz sorular sinsilesi dağ gibi yığılmaya devam ediyordu. Soluyordu baharlarda ki çiçekler, demirin tuncuna lanet okunan çağlarda bir bahar esintisi bile insana çok görülebilirdi.<br />
<br />
Yeni gün, yeni soru; bir hikayeyi yazmak mı? bir hikayede yaşamak mı?<br />
<br />
Kahramanını cebinden çıkartıp karşısındaki masaya oturttu.<br />
Bak dedi;<i> ikimizin de var olması bu elimdeki kaleme bağlı. Ben yok olmamak için yazmalıyım. Sen ise var olmak için yazılmalısın.</i><br />
<i>Yani aynı yolun iki yolcusu olarak varlığımız hikayenin varlığına armağan olsun! mottosunda gezmeliyiz. Sessiz kalma sende. Konuşmak insanın varlığının en önemli temsilidir. Susmak ise ikrardan gelir. Bana bir yol göster ki seni o yolda yürüteyim. Karanlık kuyularda merdivensiz uğraşlar bize göre değil. Ama bir ışık, bir parça parıltı. Belki de yolumuzu aydınlatmak için yakmamız gereken ne varsa ateşe vermemiz gerekiyor. Eski hatıralar, son kullanma tarihi dolmuş dostlar ve asla kavuşamayacak aşıkların sevdaları. Yakmamız gereken ne varsa; mesela bozuk niyetlerimiz, ayıplarımız, siyasi kavgalarımız ve uslanmaz ülkülerimiz. Yangında kurtarılacaklar listesinin başındaki her şey. Belki kendimiz ve ya kendimizden değerli her şeyimiz. </i><br />
<i><br /></i></div>
<div>
<i>Ben hikaye doğurma çabasında sancılar çeken bir adamım. Ve sancılarım bir dünya doğuracağım hissi yaratıyor. Evet seni yaşatacağım bir dünya. Ölümsüzlüğü sunacağım bir evren. Ama bir işaret vermelisin bana. Bir yok oluşun içinden doğan Anka hikayesi. Şimdi vazgeçemeyiz. Kendimizi kapatıp bir battaniye altına saklanamayız. Çünkü depresyon burjuvalar içindir. Biz sabah erkenden kalkar işimize bakarız. Biz hayatın içinde kaçacak deliği olmayanlarız. </i><br />
<i><br /></i>
Gün yarı olduğunda elinde bir taze,yazılmamış kahraman ve bir bardak soğuk çay kalmıştı. Evinin sokağı gören tek camının önünde, saatlerdir aynı anlamsız noktaya bakıyordu. Derken köprücük kemikleri çıkık kadını hatırladı. Kapıdan çıkışını ve giderken çarptığı tahta kapının bozulan menteşesini. Kirli sakalını ve ağzının içine girmeye başlayan bıyığını bir süre çekiştirdi. Hayatını bir düzensizliğin düzenlediğine artık emindi. Osman Sınav dizileri tadında bir son bekliyordu onu. Sonunda her duygu ölecekti. Duygular, zayıf insanlarda bulunan kimyasal bir özellik hatta kusurdu.<br />
<br />
Zamanla gerçekten yazmak isteyip istemediğini sorguladı. Sanki ayrılmak istemiyordu. Evet; Bay Hiç Kimse'den ayrılmak fikri canını sıkmaya başladı. Bu yüzden çoğu güzel hikaye fikrini beğenmemişti. Acaba yazmasaydı; hiç uğurlamasaydı kahramanını. Sürekli yanında, cebinde taşısaydı. Onunla konuşsaydı sadece daha doğrusu o anlatsaydı ve Bay Hiç Kimse bir dilsiz sessizliği ile onu dinleseydi.<br />
<br />
Gün sonuna yakın, eskilerin grub vakti dediği zamanda, hikayesinin kahramanının ölümsüzlük aktini imzalamıştı. Aslında Bay Hiç Kimse'nin kendisi olduğunu anlayalı çok olsa da; insanların Hiç Kimse'si olduğunu kendine itiraf etmek zor gelmişti<br />
<br />
Evet. İnsan en kolay kendisini kandırır. Çünkü insan kendi söylediği yalanlara gözü kapalı inanır. Beşer şaşar, tövbe kapısı hep açıktır derler. Eyvallah da insanın kendisine olan kul hakkı borcu belki de tahsili en zor olandır. Bir gün Mahkeme-i Kübra'da insanın kendi yakasına yapışması; Mahşer Sahnesi'nin en acıklı olayı olacaktır.<br />
<br />
<i>Hikaye Yazamayan Hikayecinin Hikayesi</i>'ni yazan hikayeciden okura not;<br />
<br />
Kendinizi bulmak için bir sokak başını, bir ışığı beklemeyin. İnsanoğlunun keşfettiği en büyük kara parçası kendi zihniyetidir. Ve kabullenmek önce kendi içinde başlar. İnsan kendine itiraf ettikleri kadar varlığını kanıtlar. Kendinize her itirafınız, kalbinizdeki söküklerin daha kuvvetlice dikilmesi demektir.<br />
Korkmayın. İnsan kurgulamaktan çok yaşamak ve yaşatmakla var olacaktır...<br />
<br />
<br />
<br />
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-71285756313724128042019-11-06T04:59:00.000-08:002020-03-18T04:42:54.319-07:00KAN''BUR<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhjVHLtB-5XdoIvV2bPaNoA-KAo9XQi9fs6c-K9aRLNOeEwG2f8bgSfY3l8KZaU8OwWXriupdvBz515rDeh2Ia6Fy10X6ZULom4D9_dBb_6RAHJMGD4sl_tpuBwY0fMZZ3E7YWM38fwq7k/s1600/Sony+xperia+08%252C08%252C2017+resimler+011.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="383" data-original-width="383" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhjVHLtB-5XdoIvV2bPaNoA-KAo9XQi9fs6c-K9aRLNOeEwG2f8bgSfY3l8KZaU8OwWXriupdvBz515rDeh2Ia6Fy10X6ZULom4D9_dBb_6RAHJMGD4sl_tpuBwY0fMZZ3E7YWM38fwq7k/s320/Sony+xperia+08%252C08%252C2017+resimler+011.jpg" width="320" /></a></div>
Sokağın köşesini dönerken taze ateşlenmiş silahını namludaki barut dumanı ile birlikte beline hapsetti. Ara sokaklardan çıkıp insanların arasına karışmasına yakın apartman boşluğuna yöneldi. Başındaki siyah maske ve şapkayı çöpe attı; çift taraflı montunun tersini çevirdi. Silahının dışarıdan belli olan kabzasını düzeltip sokağa çıktı. Alnındaki soğuk terleri montunun koluna silip nefesini düzenlemeye çalıştı. Artık ok yaydan çıkmıştı; pişman olmak yerine sakin kalmak zorundaydı. Bu gece belkide şafağa en uzak olandı.<br />
Korna seslerinin kulakları üzerinde kurduğu baskı ile uyandı. Üsküdar sahilde harika manzarası; karışık bir zihni vardı. Barut kokusu parmaklarına olduğu kadar aklına da sinmişti. Uzandığı banktan doğrulup denize baktı. Kendisine ardı ardına sorular sıralayabilecek iken vazgeçti. Sigarasına uzandı. Şairin dediği gibi;''Karanfil kokuyor cigaram'' mısrasını tekrarladı. Keyfi fazla sürmedi. Yanından geçen bir bisikletlinin önüne attığı kağıtla şiirsel düşünceler ortadan kayboldu. Zaten hep böyledir. İnsanlar acı çektiğiniz anlarda sizi öldürmeye daha meyilli olur; tıpkı ayağı kırılan atları vurdukları gibi.<br />
''Kendi iyiliğin için ıskalamamalıydın.''<br />
Tek bir cümlelik kısa not çok fazla ihtimale gebeydi.Artık durum öğrenilmiş, anlaşma bozumuştu. Her yer gibi kaldığı ucuz pansiyon da güvenli olmazdı. Toparlanıp çıktı. Ağzını sıkı tutması karşılığında girişteki şiveli kapıcıya birkaç kuruş bahşişi unutmamıştı. Gidip aldığı parayı geri verse artık silah ateşlenmiş, suç işlenmişti. Hem parayı riske edemezdi, zamanı azdı. İkinci seçenek kaçmak diye düşündü. O zaman hem parayı Baturay'a ulaştırmanın hem de hayatta kalmanın bir yolu bulabilirdi. Üçüncü seçenek ise işi aldığı ekibi ortadan kaldırmaktı ama bu da en zoruydu. Hem elindeki ekipman bunun için yetersiz hem de zaman oldukça kısıtlıydı. Ayrıca yalnızda değildi; ortağını riske atamazdı.<br />
Bir uyuşturucu baronunu temizlemek için bu kadar parayı sokağa dökenler elbette onları öldürmek için de daha fazlasını gözden çıkarabilirdi. Pişmanlıkla vurdum duymazlık arasında bir tat hissetti içinde. Babasının sözü aklına geldi.<br />
''Amaç doğru olsa da yöntem yanlış oldukça sonuç her zaman yanılgı olacaktır.''<br />
İyilik meleği olarak anılma istekleri yoktu; kimseden bir teşekkür de beklememişlerdi. Ama geldikleri durumda ''pis birer kiralık katil damgası yemeye değecek mi?'' sorusunu sormadan edemedi. Hadi kendisi kimsesizdi; bu yafta onu sevmediği insanlardan bir adım daha dışarı atardı. Baturay ise bu yükü karısı ve en önemlisi çocuğu ile sırtlamak zorunda kalacaktı. ''Bunu bilerek yola çıktık'' dedi bir tarafı. Başka bir köşeden ''ulan küçücük çocuk ne yaptı da katilin oğlu damgasını yesin!'' diye karşı çıktı. İç seslerini titreşime alıp kafasını topladı. Baturay'ı bulup parayı ulaştırmalıydı. Yakalanırsa bir de üstünde paranın gitmesi ''bedevinin kutup ayısı'' hikayesine nazire olabilirdi. Gözü bir telefon kulübesine ilişti. Etrafı kolaçan edip kabine girdi. Ezbere bildiği numarayı hızlıca çevirip hattın diğer ucunda ortağının sesinin belirmesini bekledi.<br />
Her şeyi göze almışdık....<br />
Dostunun bu hatırması bir nebze de olsa onu sakinleştirmiş, nabzını düşürmüştü. Bu zor kararı aldıları günü hatırladı. Çay ocağındaki masayı, sigara dumanını ve verdikleri sözü. Bu para bir şekilde yerine ulaşmalıydı. Bu kutsal amaç iki dostu ayakta tutacaktı. Ayakta kalmak için bir olmaya ve sırt sırta vermeye ihtiyaçları vardı. Hapşırdığında ne zaman dostuna çok yaşa dese cevabı ''omuz omuza'' olmuştu; diğer insanlara ''sen de gör''.<br />
Mahallesinden içeriye kafasını uzattığında fazla sessizlik tedirgin ediciydi. Silahı ateşlediği anı hatırladı. O yaşlı kadın önüne çıkmasa ıskalar mıydı? eğer bilerek vurmadı ise bu ıskalamak sayılır mıydı? vicdanına yenilmesinin sebebi bir cana kıyma korkusu mu? yoksa yaşlı kadının korkak bakışları mıydı?<br />
Dostu ile yanyana gelmek riskini göze alamadıkları için ortak bir nokta belirlemişlerdi. İki eski bina arasındaki dar boşluğa girip duvar dibindeki tuğla yığını arasına zarfı bıraktı. Dışardan görünmediğine emin olup sokağa doğru yöneldi. Tam arkasını dönüp gitmek niyetinde iken onu gördü. Mahalledin sevgilisini. Adı lazım değil ama illa bir hitâp lazımsa biz ona Sabahat diyelim.<br />
Hani şu perdeleri patiskadan olan. Hani eteklerinde rüzgar taşıyan...<br />
Elinde poşetler ile sokakta salınırken onu bir daha uzaktan bile görememe ihtimali miğdesini burktu. Defalarca onu öptüğünü düşünerek kafasın yastığa koyduğunu hatırladı. Sevmek için dokunmak şart değidir amenna. Ama öpmek de sevmenin eli ayağıydı. Tam o sırada sevdiğini gölgesinde beliren beli silah kabzası manzaralı adam onu kendine getirdi. Bir an ayakları buz kesti; adımları işlemez oldu. Kabzalı adamın gözlerini üstünde görmesi ile keskin bir silah sesinin kulağında çınlaması bir oldu. Kolunu sıyıran kurşun duvarına yaslandığı evin kapı pervazına saplanmıştı. Vücudundan sızan sıcak kanın etkisi ile yerinden fırladı. Arkasından gelen iki mermiden biri saçlarını sıyırmış diğeri önündeki ağaca saplanmıştı. Yokuştan aşağı sallandıktan sonra önce sol ardından sağ olmak üzere iki kesikin dönüş yapıp kendini kalabalığın içine attı. Yavaşlayıp temposunu insan seline göre ayarladı. Adam onu kovaladığına göre Baturay açığa çıkmamış olmalıydı. Dikkatleri üstünde tutmak en azından onun rahat hareket etmesine yardımcı olacaktı. Az ilerden alt geçide inip gözden kaybolmaya çalıştı.<br />
Hastanenin önündeki bekleyişi dostu ile küçük çocuğun yanyana çıkışını görmesiyle sona erdi. Son dört gündür uğruna bunca derde düştüğü ameliyatın sonucunu dualarla beklemişti. Sonuçta istediği olmuş; eziyet içinde yaşadığı bu hayatın içinde ilk defa bir insanın hayatına faydalı bir dokunuşu olmuştu. Amaçsızca sürüp giden hayatını bir çocuğun yaşanmamış günleri ile değişmekten mutluydu. Dostunu çemberin dışında tutabilmişti. Ancak bu işin tamamen çözüme ulaşması gerekiyordu. Tek yok kalmıştı. 21.yy'da bir kamikaze canlanmalıydı. Son kez merdivenlerdi ikiliye bakıp sessizce helallik aldı. Artık onun için tek yol freni patlamış bu kamyonu yârdan aşağı sürmek olacaktı.<br />
Deponun önüne geldiğinde son kez gökyüzüne baktı. Havayı ve maviyi çekti içine. Beline uzanıp silahını çıkarttı. Horozu kardırdıktan sonra son defa en iyi yaptığı iş için hazırdı. Dördüncü kurşunda özgürlük için hedefini bulmuş olmalıydı. Kapıdan içeri süzülüp ilk adamla karşı karşıya geldiği andan artık geri dönüş yolu kapanmıştı. Üst üste iki kez ateşlediği silahından çıkan mermiler o iri yarı insanı bir kum çuvalı gibi yere yıkmıştı. Ardından karşısında açılan kapının aralığında beliren gölgeye planlı bir kurşun gönderdi. Devrilen ikinci cüsseden sonra hedefi masada oturan karanlık taraftaki adamdı. Ona hesap sormak için bekleyen adamın sol omuzunun üç marmak altına ardarda iki kurşun gönderdi. Ama onun attığı kurşunun önünden kaçamamış; göğsünden hayattaki son yara izini kazanmıştı. Emin olmak için son kez koltuğa yaslanmış olan cansız bedene bakıp depodan çıktı.<br />
Dengesiz ayakları , ciğerinden içine dolan kan ve bulanan zihni ile sokağın sonunda artık ayakta duramayıp bir ağacın dibine yığılıp kalmıştı. Atar damarına isabet eden kurşun kendi kanında boğulmasına neden olurken o dudağından sızan kanları feleğe göstererek kızılcık şerbeti içtim demeye razıydı. Kan dökerek yaşadığı bu hayatın sonu; kendine kanında boğulmak olacaktı.<br />
Gözlerinin önünden bir film şeridi geçmesini beklerken geçen zamanda iyice kapanan bilinci son defa gözünün önüne bir kaç fotoğraf koymaya başlamıştı. Dostunu gördü; yanında küçük bir adam ile hastane merdivenlerinden iniyordu. Eteklerinde rüzgar taşıyan Sabahat'ı gördü; sokağın orasında kırmızı bir gül ile. Kendini gördü, ilk kavga ettiği günü. Canının ilk acıdığı; kendi kanının tadına ilk baktığı günü. Hayatının bütün günahlarını belki de o küçük çocuğun hayatını kurtararak affettirmek istiyordu. Yaptığı kamikaze dalışı ile hayattan aforoz edilmek suçlarının kefaletine mi denk geliyordu? Yaşam onu içine almamıştı, ölümse dışarda kalmasına izin vermiyordu. Eşikte kalmış yaşamını belki de en keskin virajda uçuruma yuvarlıyordu. İlk defa merhamet ile bakan yüreği; vicadanının anti-deprasanı oluyordu. Şairin iki dizesinde ölümün meşru yanını arıyordu;<br />
''Ölüm güzel şey budur perde ardından haber/Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?''<br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-16340048244139994452019-08-15T11:09:00.001-07:002020-03-18T04:44:30.409-07:00DÜŞ'İNCEDÜŞ'ÜNCELERDEN AŞAĞIYA SARKMAK TEHLİKELİ VE YASAKTIR<br />
İki çay doldurdum. Biri bana biri de tam karşıma. Ben çayımı içtim; karşımın çayı soğudu,döktüm. ''Bir çay daha ?'' dedim. Kendime doldurdum, karşımın bardağının üstüne kaşığı kapattım...<br />
Sokağın başından sonuna, kısa aralıklı üç yüz adım atmıştı.Kaldırıma döşenmiş parke taşlarının bölünme çizgilerine basmamaya dikkat ediyordu. Oynak bir kaldırım taşına denk gelen ayağı, taşın altında biriken yağmur suyunu harekete geçirdi. Islanan ayağını umursamadan, hızlanan adımlarla caddeyi geçti. Önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola olmak üzere üç defa sahile baktı. Yosun kokusu burnunu tırmalamıştı.<br />
Baş parmağında çıkan şeytan tırnağı, elini her cebine sokuşunda kendini hatırlatıyordu. Kaldırımdaki çöplerin içinde sarhoş duran şişeye bir tekme savurdu. Şişe yuvarlandı, ters döndü; secdeye kapandı. Tekrar vurma şansı varken vazgeçti, şişenin bir günahı yoktu. Depozitosuzdu bir kere; eziyet etmesi etik olmazdı. Rahat bıraktığı şişeye rahmet okuyup yolun iç köşesine geçti. Kendi kendine ''kaygılar'' başlıklı bir konuşma yapmayı planlıyordu.<br />
''Kaygılar; insanın sürekli geçmişle hesaplaşıp geleceği hesaplamasına yol açan; şimdiki zaman kavramının yaşanılmasını imkansız kılan duygu.''<br />
Konuşmanın en heyecanlı yerinde meçhul şair gelip yanına oturdu. Selamsız sabahsız söz-deyişi ortaya bıraktı;<br />
''Ömür dediğin üç gündür; dün geldi geçti, yarın meçhuldür. O halde ömür dediğin bir gündür; o da bugündür.''<br />
Konuşurken lafının kesilmesinden hoşlanmazdı. Özellikle kendi kendine konuşurken araya girenlere en ağır cevabı resmi kaynaklarla verirdi. Bu seferlik şairlik makamına hürmeten sustu. Sözü alıp sahibini bırakarak konuşmasına devam etti.<br />
''Nerede kalmıştık; ha evet kaygılar. Ne değişik kelime... Kökenini durduğumda çok şaşırmıştım mesela. Kuruyan ağaçların dışındaki kabukları kıvrılıp dökülür. Kaygı bu büzülen kabuğa verilen addır. Zamanla insanın bazı duygular karşısında kıvrılıp, bükülüp yerlere düştüğünü farkeden atalarımız; kaygı kelimesini bu tip kurumuş insanlara da bağışlamayı uygun görmüşlerdir. Ama ben tecrübeliyim sayın kendim unutma. Sana da cevap hakkı doğdu ancak bu seferlik eserin tüm hakları bende saklı olduğuna göre bu hakkıda ben alıyorum; kusura bakma.''<br />
Tam tecrübeden bahsettiği anda köşeden bir ışık süzmesi belirdi.<br />
Uzun ince bir kalp ağrısıydı gelen. Selviydi; hârdı. İnceden doğruldu. Gömleğinin yakasını düzeltip bir sigara daha yaktı. Yüzünü güneşe dönüp sırtını kuru banka verdi.Önüne bakmayı şart koşup geçen kadının ayak seslerini dinledi. Yaklaştı, durdu. Devam etti.<br />
Uykusuzluk göz kapaklarının laneti olmuştu. Ne kadar çok uyusa o kadar uykusuz hissediyordu kendini. Bedeni serilip yatmak hususunda doyumsuzdu. Sıcaktan terleyen ensesi, terden ıslanan yastığına her değdiğinde sinir uçlarını uyuşturuyordu.<br />
Doğrulup yatağın başına oturdu. Bir süre kafasını aşağıya eğip bekledi. Kan beynine hücum edince başını sağa sola sallayıp doğruldu. Ayağına terliklerini geçirip açık cama doğru yöneldi. Perdeyi sıyırıp dışarıya, sokağına baktı. İlerlerde ince bir çizgi gibi görünen deniz, içini ferahlatmaya yetmiyordu.<br />
''İç Daralmasına İyi Gelebilecek Şeyler'' başlılı bir liste kurmaya karar verdi. Başlığın altına ilk maddenin yerini belirtecek bir kısa çizgi çekip kağıdı bıraktı. Perdeleri çekip; evin içindeki sessizliği bozmakla mükellef eski parkeler üzerine adımlarını vurdu. Mutfaktan çay kutusunu alıp demliğe yaklaştı. Çoğu insan önce suyu kaynatır daha sonra kaynar suyu çay adını verdiğimiz Çin kökenli, aslı yeşil olmasına rağmen ülkemizde karası makbul görünen bitkinin üstüne döker. O ise soğuk suyla çayın sevişmesini bir alev topuyla cezalandırılıp haşlamak yerine demlemeyi seçerdi. Soğuk suyla çayı demliğe koydu, çaydanlığın üstüne görece daha büyük olan alt kısmınada belli miktarda su ekleyip ocağa yerleştirdi.<br />
Tekrar listenin başına oturduğunda çay demini alana kadar birkaç madde uydurmak konusunda kararlıydı. Kafasından karalama halde başlıklar kurmaya başladı.<br />
''Mesela kitap okumak, müzik dinlemek, papaz kaçtı ve koz maça gibi türlü iskambil oyunları, televizyonda spor programları izlemek, eşin dostun dedikodusunu yapmak...''<br />
Yüzü ekşidi. Maddelerden bazıları çok sıradan, bazıları ise çok geneldi. Örneğin kitap okumak. Tamam okumak güzel ama bu sıfat her eser adına geçerli olabilir mi? Kendinden pay biçmeliydi. Tüm dünya düşünürleri, üstüne kafa yordukları sorunları kendilerinde bulup dünyaya mâl etmişti. Mustafa Kutlu okunmalıydı mesela. Muhafazakâr kesimin önemli ve insana yaradılıştan dolayı umutlu olmayı derinlerde öğütleyen bir isimdi. Yanında İvan Turganyev gelirdi. Bahar Seli kitabı insanın kendi mutluluğunu kendi eliyle önce kazanıp sonra gaddarca kaybetmesine dair önemli bir örnekti.<br />
Mutfaktan çayı alıp geldiğinde listenin başı yerine camın kenarını seçmişti. Oturduğu yerden yazdığı listenin güvenilirliği tartışmalı olacağından önce kendi üstünde uygulayıp onayladığı maddeleri insanlarla paylaşması kamuoyu vicdanını rahatlatabilirdi.<br />
Düşünmek insan hayatının tam ortasına çakılmış bir çivi gibidir. Kimi insan bunu sökmek için uğraşır durur; kimisi o çiviyle yaşamaya alışır. İki yolu vardır çiviyi sökmenin. Birisi tüm gücünü onun üzerine yansıtıp çekmeye çalışmaktır. Ama çivinin başı kopar çoğu zaman; sökülmesi imkansız olur, çakılı kalır.<br />
İkinci yöntem zihni başka bir noktada toplamaktır. ''Çivi çiviyi söker'' tabirinin kibarcasıdır bu. Başka bir ana odaklamaktır kafayı, toplu şekilde dağıtmaktır. Farklı eğlencelerle, ilgilerle ve algılarla anlık da olsa yorucu bir maratonda nefes almaktır.<br />
Tüm bu düşünceler ışığında biten çayıyla ve bitmeyen düşünceleri ile pencerenin önünde düşe kalmıştı. Düşmek eylemi yüksek bir yerden iltifa kaybetmek kadar düşlenen bir noktadan gerçek hayata inmeyi de temsil eder. Aristo özgür olmanın yolunu ''düşünmek'' olarak göstermiştir. Bu yüzyılın dünyasında bu kavram ne kadar işlevseldir diye düşünmek üzerine karar kılarak listenin başına geri döndü. Tuttu listeyi, öptü; buruşturup çöpe attı. Listeleyemeyecek kadar sabırsız, düşünmeyecek kadar sabırlıydı.<br />
Gün ışığı, sahil ve üçgen peynir. Sakin sofrasında kalabalık şehrin yetim saatlerini geçiyordu. Aynı bankta, aynı kadının aynı kokusu önünden geçecek, zihnine bir çivi daha çakacak, eve dönüp çay demledikten sonra yine bitiremeyeceği bir listeyi yazmaya çalışacaktı.<br />
İnsanoğlu geçmişi pişmanlıkla, geleceği planlarla, anı ise kendine söylediği yalanlarla kaçırmaya mahkumdur.<br />
Adam düştü. Düşmek korku eylemin ilk ve en şiddetli tadılğı haldir. Fiziki olduğu kadar zihinsel düşlerden aşağıya sarkılması sonucunda ortaya çıkan yılgınlıktır.<br />
Tüm bu aforizmaların arasında kahramanımız uyanmadan önce ayağa kalkıp son kez sahile bir bakış attı. Sheakspeare vari bir trad döküldü dilinde sabahın sıcağına;<br />
Olmak ya da olmamak; meselemizin bununla alakası yok...<br />
<br />
<br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-18750211067204225852019-02-22T08:47:00.000-08:002020-03-18T04:45:39.520-07:00SUSMAK ŞAHSİYETLİ RUHLARIN İBADETİDİR<br />
''Okumak yolunda olduğunuz bu hikaye, alışılmışın dışında bir kurgulamayla çevrilidir. Üç farklı zaman kalıbı ve anlatıcı bulunan kurmacası ve başı sonu belli olmayan yapısı ile bu metni okurken,Semra Kaynana'nın dilimize soktuğu ''Daldan Dala'' ikilemesinin tam duruma uygun bir sıfat olduğunu düşünmeniz kuvvetle muhtemeldir. Lütfen okurluğunuzun ayarları ile oynamadan, şizofreninin omuz attığı dağınıklık içindeki hikayemizle başa çıkmaya çalışınız. Kolay gelsin.''<br />
<br />
Gecenin en soğuk durağında gelmemesi için dualar ettiği treni bekliyordu. Her hikayenin başlangıcı bir yolculuktur, kabul. Ama her başlangıç doğuşu gereği bir bitişe mahkumdur. ''Başlamak; bitirmenin kendisinden iki dakika sonra doğan kardeşidir...''<br />
İncecik bir deste parmağı titreyen ellerinin arasında tuttuğunda, dünya yılların yorgunluğunu geride bırakmaya başlamıştı. Bir sevinç yükleniyordu kültürel kodlarına medeniyetin. Dilinden dökemediği tüm sırları, elleriyle onun ince parmaklarına işliyordu. Çenesine dokunan bu yumuşak yüz ve yanağına çarpan sıcak nefes, Galatasaray- Fatih TERİM ikilisinden sonra gördüğü en etkili ikili olabilirdi. Avucunun içinde küçücük kalmış başparmağını tuttu, öptü. Bir nefes daha çekti ellerinden. Beynindeki elektrotlar söylenemeyenlerin acısı ile uyandı. Susmak yirmi birinci yüzyıl dünyasının en can yakıcı eylemidir. İnsan Dîl'inden dökemediği her şeyin kâzâsını gece uykularından feda ederek kılar. Konuşmak için fizyolojik yeterliliğin eksik kaldığı anlarda, insan gözlerinin insâfına kalır. Görmek eyleminin fâ'il veznini temsil eden bu organ , bazen söylenmeze şiirler yazmak zorundadır...<br />
''Son Üç Dakika...''<br />
Duraktaki ışıklı tabelaya yansıyan bu yazı onun tükenmişlik sendromuna kaç kilometresi kaldığını söyler gibiydi. Bazı anların büyüsü ,zaman denen cadının kazanında çabucak bozulabilir. Hayatının en güzel beş dakikası , rayları dalgalandırarak gelen trenin düdüğüyle yerini, gereksiz bir ''arkadaşlık'' seromonisine bırakıyordu...<br />
''Yolsuzluk''<br />
Günümüz popüler anlamı marksizimin pençesine sıkışmış olsa da, biz Orhan Baba'nın '' Dil Yarası'' şarkısındaki ''söylemenin yolsuzluğu'' üzerinde duracağız. İnsanın gecenin en zifirî anında ; küfür ve duanın birbirine karışmasıyla gerçekleştirdiği ayîn, gündüzün nurunda söyleyemediklerinin sehiv secdesidir.<br />
Bir küçük yüzün üstünde secdeye kapanan elleri, adından dualar çıkardığı kadının kokusuna bürünmüştü. Bir tutam saçın tüm antidepresanlardan daha etkin yumuşaklığı, ölümsüzlük teorisinin son halkasıydı. Hiç bir yapay sevincin önüne geçemeyeceği o an, dağanın sunduğu organik mutluluklarla kıyaslanarak tanımlanabilirdi. Bknz;<br />
'' Anne sözü dinleyeyn masum bir çocuğun başı okşanırkenki tebessümü, cebindeki son parasını beş çocuklu bir adamın mahcubiyetine siper kılmak için kullanan babasına Cahrlie Chaplin'in attığı hayranlık dolu bakış, demlikten doldurulan ilk bardak çayda bardağın üstüne toplanan çöpler, antartika kıtasında uzun bir avdan dönen ailesine paytak adımlarla koşan yavru penguenin gülüşü...''<br />
Omzuna düşen iki tel saç, yeryüzündeki tüm dertleri boğan sicim olabilirdi. Saç tellerine bağlı hayatı bir çift gözün uyku mamurluğunda, acılardan malûlen emekli oluyordu. Ömrünün en huzurlu uykusuna, sevdiği kadının ayak dibindeki kuru halının üstünde dalıyordu...<br />
''Uyku, Uyanış, Uyanık...''<br />
Onun dudağından dökülen eskiye bağlı samimi hatıralar, dünyanın en ahengli şiirlerinden daha akıllarda kalıcıydı. Sevdiği kadının ayağına giydiği ayakkabıya bile bir sanat eseri hassasiyeti ile bakıyor; zamanı durdurmaya çalışan tavrı ile fütürist sanatçılara kafa tutuyordu. Yüzündeki küçük ben, hüzündeki büyük Sen'i temsil ededursun, sol kanadındaki durdurulamaz akınlar kalesini abluka altına almıştı. İçinde yankılanan binlerce şiirin sezsizliğinde kapısına bıraktığı kadının; geceden kalma hatıralarını zihninde tekrar tekrar yaşadı. Buruk bir mutluluktu bu izlenim. ''İnsanın mâzideki güzel olaylarla bağını koparamama hastalığının'' pençesinde postmodernist sancılar çekerken, evinin salonundaki saç tellerini Saray-ı Hatırât'ına eklemek için arkeolog titizliği ile toplamıştı. .<br />
''Bir Nota Olmak İsterdim'' Dedi Kadın, hep senli şarkılar söylemeyi hayal ediyorum dedi adam...''<br />
Bir şarkı olsaydı, kuvvetle muhtemel Müzeyyen SENAR'IN sesinde can bulurdu. Onun yumuşak ruhu, seslerin en kadifesinde tınıya dönüşmeliydi. Ya da uzun bir yola çıkmalıydı şarkılar söyleyerek; Sezen AKSU kulağında çınlamalıydı. ''Gidemem'' şarkısını dinlerken çıkmalıydı yolların en ''tek yönlüsüne.''<br />
''Her yolun bana çıksın'' dedi adam; ''Sensiz yollara radar cezası olurum.'' dedi kadın. Onun gözlerinde binbir yetimin umudu saklıydı.<br />
*<br />
Kış uykusundan uyanmıştı zambak. Kimseye layık görmeyerek kullanıma kapattığı gönül sarayını onun yönetimine bırakmıştı. ''Sevmek; oy birliği ile kalbinde diktatörlük rejiminin kurulmasına izin vermekti''<br />
Kadın, ince ve uzun elleri ile kurduğu tahtın ortasına sivrilen çenesini yerleştirdi. Yüzünün çevresine dualarla sarılan saçlarını toplamış, yanağından sarkan bir tutama müsade etmişti.Duymayı umursadığı şeyler vardı adamın dilinden ; beklemedeydi.<br />
Gözlerine baktım, saçlarına ve ellerine; o an zaman dursa dünya daha güzel bir yer olacaktı; dünya daha güzel ben ise daha mutlu bir adam olacaktım. Ansızın güzelleşen gecede, ona ilk defa hiç bakmadığı kadar dönüşlü fiillerle bakmıştı. Umutlar sunuyordu hayata, ona bakarak kurduğu her hayal mutlu sonla bitiyordu. Polyanna'cılık doluyordu kalbine, onu aşkın son nakaratında tanıdığını ilk o gün farketti. Gözlerinden çekinen gönlü , Fuzuli'nin arşınladığı yollara kum tanesi gibi serilmişti. Hani diyordu ya şair ''Bende Mecnun'dan füzun aşıklık istidâdı var/ Aşık-ı sadık menem Mecnun'un ancak adı var.'' tam o anda Mecnun'la uzun uzun ''sevmek'' kavramının varlığında ortaya çıkan yokluk hakkında konuşabilirdi.<br />
''Hadi anlat artık'' nidâsını yansıtan gözlerle baktı kadın, arkadaşının ağzından hiç bilmediği kendini dinlemek istiyordu.<br />
'' Sana senden duymak istediğim sözlerin var, diyemem. Yolumuzun uzağa düşüşünden korkum var. İçimde yankılanan kelâmı edemem, yokluğunda yaşamaktan korku var.''<br />
Şarkılara sığdıramadığım hislerimi her bestenin yalnızlığına dolamışım, çözülmüyor Mihriban..<br />
Biz arabesk kültürün kederle yoğrulmuş nesliyiz. Susmak söylemdeki esasımızdır. Aslından konuşmaz, dolaylamaların en uzunuyla , başka düzlemlerden anlatılar sunarız. Bknz;<br />
''Arabesk kültürde aşık hislerini fazla içinde tutamayıp lisan-ı münasip ve çeşitleyici örneklerle sevdiğine anlatır;''<br />
İnsanı yaşatan ümitler gibi<br />
Güneşi getiren saatler gibi<br />
Gerçeğe dönüşen vaatler gibi<br />
Geliver yanıma güldür yüzümü<br />
***********<br />
İçinde kurduğu tüm güzellemelerden sonra başını kaldıran adamın dilinden bir cümle döküldü;<br />
''Eğer bu dünya benim bahçem olsaydı, dört tarafını kokunla çevirip; sen kokmayan hiç bir çiçeğe koklama duyumun imkanlarını sunmazdım...''<br />
''Kadın sustu...''<br />
Gecenin en aşık anında, göğsüne sarılmış kadına baktı ; güldü. ''Ne oldu?'' dercesine sustu kadın. Adam ilk defa tüm sınırlarını ve korkularını yıkarak o gecenin karanlığında konuştu...<br />
''Gözlerin en çok bana bakarken güzel, ben ise senden başkasına bakarken görme bozukluğu çekmekteyim...''<br />
Ve şimdinin sabahında,uğruna yalnızlığını feda edebileceği kadınla gözgöze, ayrı hayallerin arasına dalıyordu.<br />
''Arafta kalmak kötüdür'' dedi akıl; ''Arafta kalacak kadar ona yaklaşabilmek de yetmez mi?'' dedi kalp...<br />
Son uyku...<br />
Adam sustu; susmak şahsiyetli ruhların ibadetidir.<br />
<br />
<br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-24659096263903398962018-11-30T06:12:00.000-08:002018-11-30T06:12:02.351-08:00ŞABAN SAĞLIK'LARCA OKUMAK-''Ben burada ineyim'' dedi annem. Teyzene uğrarım. Sen de üzme kendini. Unutma evladım ''her nasip vaktine esirdir.''<br />
-''Tamam Valide Sultan, sen merak etme. Aramak huydur bizde. Bulmaya harcadığımız vakit ömrümüzün zekâtı olsun.''<br />
On gün kadar önce cızırtılı bir kapı zili ile bölündü uykum. Nadirâttan gördüğüm rüyalardan birinin ortasına denk gelen bu sabah kalkışması sinirlendirdi beni. Hırs ile karışık hızlı adımlarla kapı eşiğine yöneldim.<br />
Sinirle açılan kapının önünde herhangi bir fâil bulamadım. Soğuk hava uyku sersemi suratıma vururken kapatmak üzere olduğum kapının aralığından beyez bir zarf ilişti gözüme. Alıp çeri geçtiğimde ahâlisi bulunmayan evimde tek başınalığın sessizliği ile koltuğa oturdum. Zarf usûlü haberleşmenin son kullanma tarihinin geçtiği bu devirde kim yapardı bu nostaljiyi ? Sordum. Bir kalem ve kağıt sıyrıldı zarfın dudakları arasından, sanki birisi bana söyleyeceklerini yazmaya üşenmiş , hammaddeleri temin edip '' ben söylemem sen anla'' klişesini suratıma vurmuştu.<br />
Ucu kapalı. altıgen ve kulak memesi kıvamında pembe olan kalem ile ak sakallı dede pamukluğunda beyaz olan kağıdı önüme koydum. Kalp ile tasdik ettiğim duyuların dil ile ikrarından kaçınarak düşünmeye başladım. ''En iyisi bu yazma teşgâlesinin kurulumundan anlayan birini bulmak lazım'' diyip çıktım yola. Çırağan Sarayı'na Kız Kulesi'ne danıştım. Yetkili bir muhatab bulamayınca gözümü Karadeniz yöresine, yanıbaşıma çevirmeye karar verdim. Saathane Meydanı'na , Site Camii'sinin çay ocaklarına soruştum. Belli bir isim hakkında mütabakat sağladılar. Son bardaktan sonra gerekli bilgileri alıp yola vuruldum.<br />
Varmayı amaçladığım yolda giderken kendi kendime konuya girişin yollarını tarttım. Meselenin özündeki eşiği vurgulamanın önemi yadsınamaz bir gerçekti, göz önünde bulundurdum. Vardığım binada basamakları birer ikişer geçerken içimde tarifi Fransızca kalan hisler uyandı. Ayaklarımın rehberliğinde önüne geldiğim oda, az sonra sırlara vakıf olacağım bir mabed gibiydi. Girişin sağında duran sarı isimlikteki Prof. başlangıçlı isim gözüme ilişti. duraksamadım. Titreyen bir elle aralık duran kapıya tıkladım. Yavaşça kendimi göstererek sıyrıldığım aralığın ardında sukût ile mağrur bir dünya ile karşılaştım. Asıl soru o an düştü zihnime; sordum. ''Nedir yani, mesele nedir?<br />
''Gel bakalım içeri'' cümlesinin davetkârlığı ile sorumdan geri döndüm. Selamımı verip odanın ortasına konumlandım. Buyur manasıda başının senfonisi ile beni boş sandalyeye yönlendirdi. Oturduktan sonra ufak çaplı gözlemsel hareketlerde bulunmak için fırsatım doğdu. Dört tarafı kitaplarla çevrili odanın içinde yazlar sıcak ve kâfiyeli, kışlar soğuk ve kurmaca yağışlı geçerdi. Edebiyat kuramları havaya karışır, felsefik sözlerin derinliğine uyarı şamandıraları konmazdı. Karmaşası içinde bir düzen tutturan odada en değerli kitaplar üstüne sohbet edilmiş olanlar sayılmaktaydı. Masanın üstünde, cam kenarında, koltuk tepesinde ve karşısında oturuğum insanın akında hep onlar vardı.<br />
Kalemini bitmemişliğin üstüne yatırıp bana baktı.<br />
''Hoşgeldin'' dedi. Burası arayan insanların ortak noktası. Biz kazmak üzere kurulmuş bir ilmin savunucularıyız. Kitap okur, çay eşliğinde sosyolojiyi tartarız. Kantarımız söz doludur bizim. Ama konuşmaktan çok susarız. Susmak eylemi huydur bizde; okuduğumuz kadar susarız. Susadıkça aşkın şarabından içer cefâ vü cevr ile kendimizden geçeriz. Biz söz ehli değil, hâl ehliyiz. Bir cezbe hâlidir bizimkisi, tekke yoludur, erik dalına çıkıp orda üzüm yemektir. Metinler arası olduğumuz kadar şahıslar içinde geçiniriz. Şahsiyetli ilimlerin tutkunuyuz. Anlatı metinlerine kimlik katmaya çalışır, yol haritamıza pusula ederiz. Biz bir avuç kişiyiz, birbirimizi biliriz. Şimdi sen bu çok bilinmeyenli denklemle ilgili ne öğrenmek için geldin bakalım, senin poetikan nedir?''<br />
Zarfı uzattım.<br />
''Amacım iade-i ziyaret. Bireysel bir poetika sahibi olmak kısmt olmadı, romantizim akımının temsilcisi sayılabilmekle birlikte realistik düşüncelerim de yadsınamaz. Herhangi bir Edebiyat Mecmuası'nın okurluğundan ileri gidemedim. Amacım kalemin izinde menzilimi bulmaktır.''<br />
Zarfı masanın üstüne açtı. Kağıdı önemsemedi, kalem tuttu, baktı. Göz göze geldik;<br />
Söze giriştim;<br />
''Ben bu işin alamet-i farikasını, hikmet-i curcunasını anlamadım. Yazmak üzre yollanan kalemin ucu neden kapalı olur, bilemedim. Az gittim , uz gittim dereyi tepeyi teğet geçtim. İskemremin ayakları buraya nasipmiş, şimdi söyleyin hocam, bir kilo pamuk mu daha ağırdır yoksa bu işin içindeki karmaşık duygular sinsilesi ve bilimum felsefe göstergesi, halkın sesi, Ahmet Mithat Efendi ve kapanış''<br />
Şöyle bir süzdü beni; sözlerimdeki bulanıklık huzurunu bozmuş gibiydi. Çenesini kaşıdı, kirli sakalında beyazlamış olan kısımların tecrübe kokusunda kelimelerini toplamaya çalışıyordu.<br />
Sheakspeare vari derin bir trad atma evresinde olduğu yüz ifadesinden belliydi. Yakışırdı da Sone'lerin en felsefiği. Zihnimi toparladım ve odaklandım.<br />
-''Bak evladım'' dedi. Sekte-i zihin halin dışa vurmakta. Bu elimdeki kalem-i kurşun en temelde insanoğludur. Ucu kapalıdır başlangıçta, yavaş yavaş açılır. Ama zaman adlı açacağın darbeleri çoğaldıkça sivrilir ucu, ormanda gezen tilki olur. Peki söyle bakalım yazmak için ne gerekir?''<br />
Kendimden emin bir ses tonu ile cevapladım;<br />
''Bir kalem ve kağıt farz-ı ayân'dır. Ayıca lükse kaçsa da bir silgi iş görebilir. SonUçta insanoğlu yazdığı kadar değil silebildikleri kadar yazardır. Ama memleketeki bu karmaşa içinde silgisizlik önemsiz sayılıp karalama yoluna da gidilebilir''<br />
Gülümsedi;<br />
''Dur bakalım dedi, öncelikle aralara sıkıştırdığın servet-i fünun hastalığı yeniden yapma arapça tamlamalara bir sünger çek. Onun efendisi Abdulhak Hamit ile yapıldı, bitti. Bu dili bırakacaksın ilkin. Yazmak ile ilgili verdiğin tarife gelince, onu da unut kendince''<br />
Şaşkınlığım yüzüme vurmuştu, hafiften artan kızarıklık ile itiraz edecek oldum, ''Peki'' demeyi seçtim.<br />
O zaman ne lazımdı yazmak için, neydi yani, mesele neydi?<br />
Sormama gerek kalmadan hocam tarife başladı;<br />
''Bak oğlum , yazmanın şartı ikidir.Birincisi ne anlatacağını bileceksin, ikincisi nasıl anlatacağını. Teknik ve taktik veriler eleştirmenlere kalsın. İnsan anlattığı kadar ölümsüzlük kazanan bir oluşumdur. Biçimcilik tutmaz bizim radarımızda. İçerikte güzellik ararız, güzel söz söyleme sanatı olduğu kadar olan sözü de güzellikle söyleme sanatıdır işimiz. Ve elbette okuduklarından dışarıya taşan kadandır yazdıkların. Okumadan neşretmeye çalışmak ancak sesleri harflerin kılıfına sokarak kalem vasıtasıyla kazımaktır ki biz buna Edebiyat diyemeyiz.''<br />
Bir süre sessizlik eyleminin hakimiyetine giren bu meskende çay kaşığı temposunda hocamla sözlerimiz kesişti, söyle bakalım dedi. Senin için Edebiyat nedir?<br />
Verdiğim cevabın alacağım cevaba kaynakça ve ayrıca yardımcı ve yoldaş olacağını bildiğimden zihnimdeki uzunca soruya son verip en kısa şekilde benim Edebiyatımı anlatmaya başladım;<br />
<i>''Aşkın temsili, kavganın kaçınılmaz adresi, davaların savunma merkezi. Farklı istekte ademoğullarının durdurulamaz gösterisi. Güzel söz söyleme, aslında doğru olanın güzel söyleme meselesi ''Edeb-iy-at''. ''Yazıyorsun okuyorum, kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa, insanın bu rütbece alçalabilmesinden korkuyorum'' sitemindeki gibi değil, 'Söz vermiştim kendi kendime; yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak hırstan başka ne idi?''' itirafındaki gibi iptilai bir olay olan yazmak eyleminin sevgilisi , Edebiyat tüm bilimlerin kaydedicisi. Hakikati güzel anlatmak, kimi zaman milli, kimi zaman ferdi, kiminde cemiyet meselesi, kiminin tek derdi zalim sevgilisi...''Oluklar çift, birinden nur akar birinden kir'' derken oluşan insan fıtratı meselesi, Müzeyen dedim fısıldayarak, Müzeyyen ben ölüyorum'' derken bulaşan sevgili beklentisi. Her hali ile insan benliğine kazınmış '''anlatmak'' eyleminin uslanmaz sevgilisi Edebiyat...Ferit Edgü'nün kısa ama dolu minimal öykü imalathanesi, Leyla Erbil'in Vapur'u anlatma sevgisi, Biraz gerçek üstü, biraz hakikatin ta kendisi, insanın içini döktüğü adresi Edebiyat...</i><br />
<i>Anlatımda yarışmanın adresi, günlük konuşma dilinin tepkimesi Edebiyat...</i><br />
<i>''Bir pür nemek kirişmesi bir tatlı handesi/Bir şekkerîn tekellümü bir hoş edâsı var'' beyitinde süslü söyleyişin yüksek rütbesi, ''Türkçe ağzımda ana sütüdür'' aforizmasında halkın şiirde etkisi, her söz kalıbı ile insanın insana insanı kendince ifadesi Edebiyat...Mevlana Mesnevisi'nde binlerce beyitte iradesi, Yunus Emren'in dilinde ''Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm'' temellendirmesi, bir sözü çokça, akıldan bolca söyleme tedavisi özü şiir, açıklaması hikaye, tasfiri roman olup, ''dilde kelime tasfiyesinin son raddesi'' Edebiyat...Oğuz Atay'ın ''Tutunmak''için temennisi, uğraştığı ''Tehlikeli Oyunlar'ın'' ışıldayan avizesi, biraz karamsar, biraz umudun habercisi, karanlığa koşanların meşalesi Edebiyat.İlhami Algör'de derin tutkunun menkıbesi,Yahya Kemal'de kulağı okşayan musıki etkisi, Can Yücel'in pasaklı kontesi, şair ile şiirin kuytu köşesi Edebiyat...Hakk'ın kuluna seslenmesi, Kur'an-ı Kerim'in mucizesi, her ayette saklı gölgesi. Hakkı insana hakkı ile anlatma meselesi Edebiyat...Modernizmin elçisi, varoluşun bunaltılı tecellisi, her yönü karamsar, biraz Sartre, biraz Kafka etkisi, aforizmalara konu olur kendisi. İnsanın varlığını sorgulayan adalet güncesi Edebiyat...''Mefûlü/Mefâilün/Feûlün'' vezin telakkisi, kalıba uygun , göze hitap eder kafiyesi. Biraz Fars biraz Arap etkisi. Leyla û Mecnun'un düzenleyicisi Edebiyat...''</i><br />
Arkasına yaslandı.<br />
'' İşte'' dedi. Şimdi asıl soruya gelelim. Edebiyat okumak mıdır yazmak mıdır? Ya da yazmak ne kadar ve nasıl olursa Edebiyattır?<br />
Aklım ermez manasında dil-i biçâreye daldım.<br />
''Bak evlat dedi. Git şimdi, gözünü bu sıraladığın adamlardan ayırmdan,oku. Okumak zekayı kibarlaştırır. Tüketemeyeceğin kadar çok oku. ''Okumak kazmaktır, aramaktır'' esasında. Hani çok gezen mi çok okuyan mı derler ya, çok arayan bilir,unutma. Şimdi kapısında tunç levhada Şaban Sağlık kazılı bu odadan çık, ilk köşeyi dön ve ara. Bir gün bulursan aradığının adını ya da tarifini, çık gel mabedimin ortasına. İşte biz o gün bu kalemin kağıtla kucaklaşmasını birlikte izleyeceğiz.''<br />
Kalemi cebime koyup, kağıtı odaya bırakıp çıktım. ''Yazmasaydım deli olacaktım'' demiş ya, asıl yazmanın hayatın temelindeki anlatı deliliği olduğunu o gün anladım. İnsan egosu ucu açık şeylere karşı tahammülsüzdür. Ben bu içgüdü ile aramaya çalıştığım kesinliği annemin sözündeki gibi ''vaktine'' bıraktım. Ve sürekli arama mekanım haline gelen hocamın odasında hayat boyu oku-t-ma-nlık eyleminin ilk kesiğini parmağıma attım. Bize bilmek için aramayı tembihleyenlere bin selam olsun.<br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-38666358180414853772018-09-07T09:43:00.000-07:002018-09-07T09:43:14.104-07:00MEVZU NEYDİ<br />
Ay ışığı masasının üstüne düştü. Kullanım kılavuzu olmayan bu alemde,kağıda döktüğü her kelime bir kahramanın neşesine mâl olabilirdi. Ağırdı kalem tutmanın sorumluluğu, zordu. Hayatlara yön çizmek, bir yerden bir yere savurmak en anlamlı düşleri. Kendi kurduğu dünyada kaderiyecilik oynamak, zordu. ''Fazla mı abartıyorsun?'' dedi akıl. ''Sen sen ol hafife alma'' dedi kalp. Bu bir anlatı oyunuydu.<br />
<br />
Son mektubun satırlarını bir kez daha okuma ihtiyacı hissetti. ''Bayım'' nidâsı ile başlayan bu talepkâr metine bir kez daha gözlerini dikti. Kahramanından gelen mektuplar onu amansız bir yazma isteğine sürüklüyor, eline anlatının sihirli değneğini tutuşturuyordu.<br />
<br />
Yazmak, yaratıcının seçilmiş kullarına bahşettiği bir hazineydi onun gözünde. En güzel hikayeleri kader başlığı ile kullarının alnına kazıyan Allah'ın, kendindeki sonsuz ilimden bazı yaratılmışların hamuruna bir damla lûtfetmesiydi. Şahsının bu zümrenin imrenicisi olarak kainatta bir yardımcı oyuncu olduğunu düşünürdü hep. Ancak mektuplar onun için bu eylemi zorunlu bir isteğe dönüştürmüştü. Peki kimdi bu yaşantısını rotasını onun kaleminin çiziklerine emanet eden , mevzu neydi?<br />
İlk mektubun evinin kapısından içeri girmesinin üstünden dört hafta geçmişti. Sonu geliyordu yazılan hikayenin. Bu hikayede toplumsal konulara ve kanayan yaralara parmak basılmamıştı. Her hangi bir evrensel mesaj yazı kodlarına işlenmemişti. kısacası ''paşa gönül kriterleri'' hüküm sürmekteydi. Bir kahraman yaşanacak güzel bir hikaye istemişti anlatıcıdan. Bu anlaşmanın temelinde ''cellatlar ve cerrahlar hikayesi'' temel alınmıştı.<br />
''Cellatlar düşünmezler, sadece önlerine surulan kurbanı öldürürler. Cerrahlarsa düşünmeye fırsat bulamazlar, karar vermeleri için tek bir saniyeleri vardır. Dışardan gaddar gözükürler, ama vazifeleri hayat kurtarmaktır. Gerektiğinde bütünü kurtarmak için parçayı acımadan keser atarlar. Bu anlatıda cerrahız. Kaygısız bir yapı kurmak için mesajlar vermeyi kesip atmışız.''<br />
Mektubu okumaya devam etti.Son cümlesi; ''Bazen insanlar aradıkları ipuclarını fazla yakınlıya kurban ederler. ışıltı fazla yakında olursa görme eylemini kısıtlar'' olan metini algılarını filtreleyip tekrar sorgulamaya başladı. Sebebini bilmediği şekilde gözünde parlayan kelimeleri yuvarlak içine alıyordu. ''Bayram, kürsü, sabah, rüzgar, sevinç, maneviyat ve tarih''<br />
Neydi peki yoluna tutacağı ışığın anahtarı, mevzu neydi? Diyelim ki bunlar doğru kelimelerdi, bunca parçanın oluşturduğu bütün neydi? Deniz sevgisinin yayan bu mektupta verilmek istenen harita neydi. Biraz yokladı kendini, şiir seven bir anlatıcının bayram sabahı tarih kokan rüzgarının merkezi neydi.<br />
''Süleymaniye!!'' nidâsı ile doğruldu yatakta. Denizlerin sevgilisi Yahya Kemâl, şiir, rüzgarın sesi, sonuç Süleymaniyede bayram sabahı. Kahramanın son gezintisinin başkenti.<br />
Bir çok alemlere götürmüştü kahramanını. Yemen, Şam, Semerkant, Venedik, Paris, Virankaya... Belli ki mektupların gizemli kâtibesi hikayesinin sonunu denizle kucaklaşmanın sembolü olan, Asla ve Avrupa kıtalarına aynı anda tutunan yerde, İstanbul'da yaşamak istemişti.<br />
Nasıl göründüğünü bilmiyordu öyküsünün tahtına oturan insanın. Nasıl güldüğünü, nasıl heyecanlandığını, öfkelendiğini, kızdığını, sevdiğini, sevildiğini... Hangi İkinci Yeni şairini okuduğunu bilmiyordu. Hangi filmde ağladığını, en çok hangi Kemal Sunal karakterine güldüğünü, hangi Müslüm Gürses şarkısı olduğunu. Kısacası İstanbul sokaklarının güneşine boyayacağı kadının kirpiklerinin nemini bilmiyordu.<br />
Köşe bucak gezdirdi bütün şehri hikayesinin sonunda. Yeşilçam sırtlarında papatyalar açtırdı. Öldürmek istemedi bu yaşama umudu isteyen kadını. Daha hassas bir bitiş bulmalıydı. İsa Peygamber gibi göğe yükselemezdi tabiki. Her canlıya ölüm Hâk'tı. Bu dünya için fazla iyiydi anlattığı kahraman. Ona anlatının gücünde bir karadelik yarattı.<br />
''Bu dünya fazla tutsak sana; istersen kuş ol uç, bu dünya fazla kurak sana; istersen balık ol yüz, bu dünya fazla karanlık sana; istersen güneş ol saç...''<br />
Son cümleyi yazıp arkasına yaslandı. Üç gündür kapanmayan gözleri son gücüyle uyku taaruzuna direniyordu. Mektubu zarfına koyup daha öncekiler gibi sabaha karşı kilisenin bahçesine, bodur ağacın altına koydu. Evine döndüğünde ana kucağı gibi kendine bakan yatağına yığıldı bedeni. Sorgulamak eylemine girişince mitralyöz misyonu üstlenen beyninin gıcırtıları arasında uyandığında hatırlamayacağı rüyaların perdesine daldı.<br />
Aradan geçen beş gün, altı saat ve sayılı dakikadan sonra kapısında gönderici bilgisi bulunmayan tanıdık bir zarf buldu. Bu rengi, bu heyacanı tanıyordu. İçeri girip koltuğa kuruldu. Zarfı yavaşça açtı. ''Bayım'' diye başlıyordu mürekkebin kokusu. Mektup yine ondan geliyordu. Hikayenin yoldaşı, yolunun taşlarını dizene son satırlarında teşekkür ediyordu...<br />
''Bin selam bin teşekkür ile...<br />
Bayım. Size yazdığım ilk mektubun son satırında ''bana bir hayal kurar misiniz?'' ricasını sunmuştum Kaleminize sağlık. Kırmadınız. Yirmi üç yıllık hayatımın en mutlu penceresini mektubunuzla araladınız. Eminim çok kez biri benimle dalga mı geçiyor, deliriyor muyum yoksa bir delinin kuyusuna taş mı attım diye aklınızda kurdunuz. Okumak aramaktır derler ya, yazdıklarımın arasında aradınız durdunuz. Evvela son mektubumun ilk kelâmında aklınızdaki şüphe kırıntılarını süpüreyim. Delirmediniz. Benim aklım da arada gezmeye gidip geliyor olsa da bonservisi bende çok şükür. Siz hayatını yıllar önce beyaz çarşaflara bağlamış bir kadının son umudunu yeşerttiniz. Bana içinde çırğındığım azgın dalgaların uzağında dingin bir liman açtınız. Kavuran çöl sıcağının yamacında yeşil bir vaha sundunuz. Siz benim eli kalem tutan cerrahım oldunuz.<br />
Ben hayatını yıllar önce bir araba farının ışığında bırakmış bir kadınım. Siz bana anlatınızın içinde yaşama şansı sundunuz. Şaşırmayın. Hani öykünüzde ''hayat hareket ile var olur, eşya ile canlı arasındaki temel fark göstergesi de budur. Hareket etmeyen yapılar aslında ölüdür ve yaşamak kavramından sorumlu tutulamaz '' demiştiniz bir dilenciye. Ben kendisine sunulan hareket balonunu ipini karayolunun orta şeritinde elinden kaçırmış, yaşam fonksiyonunu duygusal hayatta geçiren bir kadınım. Siz bu sabit ömrün son günlerinde bana hayatımın en seyyâr günlerini yaşattınız. Düşlerimde turlattınız Yemen'i. Okurken Çamlıca'nın tepesine saldınız. Siz hayatını doğa resimleri ile çevrili bir göz odaya sığdırmaya çalışan insana bir mekanlar alemi bağışladınız. Siz taş duvarlardan oluşan karanlık kalemin surlarına bir gedik açtınız. Anlatınızla açtığınız pencerenin demirlerinde güvercinler uçuşturup özgürlüğüme kanat taktınız.<br />
Bu son mektubum olacak size. Ondandır bu hüzün kokan teşekkür. Daha afilli bir veda sunmak isterdim elbette. Ama siz, ömrüme olabilecek en güzel ayrılığı yazdınız.<br />
Siz benim daha umutlu bir insan olmak istemem sebep oldunuz.<br />
Okuduğunuz en güzel hikayenin kendi hayatınız olması dileğiyle... ''<br />
Mektubu masaya bırakıp bir nefes çekti karanlık odadan.<br />
Sahiden nasıl olmalıydı. Okuduğu bu mektupla yüreğine düşen acı neydi. Neydi yani. Yaşamak denen mevzu neydi?<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-60954353957654328492018-07-03T09:04:00.001-07:002018-07-03T09:04:48.014-07:00ALGIDA DELİCİLİK<div style="text-align: center;">
<br /></div>
Yavaşça doğruldum yataktan. Ayaklarımı sarkıttım eski parkenin üzerine. Hafiften salladım başımı, gözlerimi ovalayıp camın kenarındaki koltuğa baktım.<br />
Dede dedim, yine giymişsin akları yukarıdan aşağı, çıkıyorsun karşıma her uyku ortasında;yine aldın aklımızı.<br />
Buruştu yüzü, hafiften alındı...<br />
Bak tamam dedim, haklısın. İşin bu; rüya gezmek. Ama hiç değilse bir sellektör yap içeri girmeden. Zaten bende bir iki tahta eksik, kalanları da sen incitme. Neyse hoş geldin beş gittin.<br />
Hafiften doğruldu koltukta, ayaklanacak gibiydi...<br />
Tamam tamam dedim. Geldin madem bir rüyalık daha kal. Ama güzel bir şeyler koymazsan seyr-ü hayalime bozuşuruz. Şans topunda çıkacak numaraları istemem merak etme. Ufak bir yamaç, iki tabure, ufukta deniz, elimde çay olsun yeter.<br />
Olur bâbında kafasını salladı...<br />
Bak ben uzanıyorum şimdi. Fazla sürmez dalarım Uyku Tanrısı'nın kollarında rüyaya. Fazla bekletme huylanırım, aramız açılır, aksileşirim. Hadi ak sakalından öpmüşüm.<br />
Uzandım. Daldım, Uyandım...<br />
Sabah kaldığımda rüyam yarım yamalaktı zihnimde. İşe gittim, bitirdim, geri geldim. Biraz koltukta pinekledim. Yatağa geçtim. Yavaştan belirdi dede karşımda.<br />
Bak dede dedim; Kafana göre geliyorsun , olmuyor. Ya gel akşamdan bir çayımı iç,ya haber ver beklemeyeyim. Gelirsen uyuyarak karşılamak ayıptır diye put gibi oturuyorum. Uykum tam kaçacaktı kaç sefer yakasından tuttum keratanın. Bu işlere biraz özen göster. Zaten gelmişsin dört yüz küsürlü yaşlarına, hâlâ hayal, masal, peri peşindesin. Lafımız yok ama bari işine özen göster. Azıcık esnaf sadakatin olsun mesleğine karşı. Bir de unutmadan dün akşamki rüya tam olmamıştı haberin olsun. Giriş şaşalı, gelişme kısmını toplayamamışsın, sonuç desen absürt tiyatronun başarısız bir örneği olmuş. Metin yazarı kim bu rüyaların? yoksa doğaçlama mı çalışıyorsun. Karakterlerin realist, kurduğun öykü Victor Hugo Romantizmine benziyor. Postmodern takılıyorsun anladık. Ama bu geçmişe dönüşlerde bir ayarın olsun. Alıp beş yaşına geri götürüyorsun beni. Kısa mesafe götürmem diyen taksiciler gibi nedir senin bu uzaklara merakın? Şimdi ben yatıyorum; kafam dolu. Ama yarın gece konuşalım bu konuyu. Dolandırma rüyalarda beni sağda solda, gereksiz taramalardan kaçın. Basit ve dikine gör oyunu; gol odaklı çalış. Duran top savunmasında adam paylaşımına dikkat et. Bir de şu sakalları biraz kes hep yerlere sürtmüş bak uçları kararmış. Hadi Allah bana rahatlık versin.<br />
<br />
Sabah ince bir baş ağrısı ile uyandım. Ben dinginlik istiyorum dedim bizim dede beni Battalgazi filminde Cüneyt abiden dayak yiyen adamlara çevirdi. Uçtum,kaçtım,koştum yine bütün gece. Millet ak sakallı dedeye muhtaç, biz tam bulduk adamın içinden adrenalin bağımlısı liseli genç çıktı.<br />
Doğruldum yatakta. Odaya bir göz gezdirdim. Yine bastonunu koltuğun kenarında bırakmış. İnsan hiç demirbaş listesine kayıtlı eşyasını orada burada unutur mu? Aslında belli bir yaşı da var bunlar normal sanki. Neyse akşam gelince alsın buradan. Dışarıya atsam Allah korusun çoluğun çocuğun eline geçer. Bu ülke daha bir Harry Potter kaldıramaz. Hadi ülke kaldırdı toplum içinde hoş karşılanmaz.<br />
"İşe gitmek" eyleminin Orta Çağ Avrupa'sında popüler olmuş bir işkence şekli olduğuna inanmaya başladım. Sonra anlam iyileşmesi ile modern zamanın gereği haline gelmiş. Gömlek, kıravat, tıklım tıklım otobüsler ve her zaman arkalarda boş yer olduğuna yürekten inan bıçgın şoförler. İş yeri kapısındaki güvenlikçi ile selamlaşmak, otomatiğe bağlanmış sekreter ile ne var ne yok seromonisi , patron ile her şey yalan mesai gerçek sözleşmesi, Istiklâl Marşı ve kapanış.<br />
<br />
Devlet Oryantasyonu tadındaki dış mekan çekimlerim bitiyor,iç mekan çekimler için yine eve geliyorum. Her gün yaptığım şeyleri bugün yine yapmanın verdiği haklı bir sıkılma ifadesi ile koltuğa yığıldım. Baston aynı yerinde duruyor. İhtiyar galiba akşam trafiğine takıldı. Bu saatte sırat köprüsü yoğun olur normaldir.<br />
Acaba bastonu mu arıyor bir yerlerde ? Olur mu olur. Bunu unutan adam nerede unuttuğunu da unutur. Belki de hiç fark etmedi elinde olmadığını. Zaten aksesuar amaçlı taşıyor sanki, bir işlevi yok gibi duruyor. Belki reklam amaçlı almıştır, hani televizyonlarda oluyor ya ürün yerleştirme falan kim bilir.<br />
Ya çocuklar beni almaya gelene kadar uğramazsa buraya, gelince kapı duvar. Bulamaz da beni artık.<br />
Baston da bende kalır. Hem bir daha görememek de uyuşturdu biraz yüzümü. Ne yapılır ki şimdi? En iyisi bir not bırakayım, kenarını da yakarım biraz, sonuna bir de ellerinden öperim koyduk mu tamam. İmza hayalzâde Cemal.<br />
<br />
Sabah erkenden geldi çocuklar yanıma. Ahmet ile Veli sağolsun yeni bir yer bulmuşlar bana. Zaten sıkılmıştım bu çiçek kokan apartmandan. Her yer temiz, gürültü patırtı yok, komşular birbirini seviyor falan; saçma. Beyaz bir minibüsle gelmişler. İki yabancı adam ilişti gözüme camdan bakarken. Acaba eşyalarımı taşımak için mi çağırdılar. Ama gideceğimiz yerde odalar dayalı döşeli demişlerdi.<br />
Bagajdaki yatağa sardılar beni, Safi beyaz bir örtü üzerinde emniyet kemerini vücuduma sardılar. Trafik cezaları arttı demek ki;artık adet böyle. Yolcunun elleri ayakları bağlanıyor. Yatakta kaza anında arabadan uçarsam yere doğru süzülebilmek için galiba, helal olsun. Bizim çocuklara yetecek yer kalmadığı için onlar oturarak seyahat edecek. Tabi beni sevdiklerinden en güvenli yeri bana vermiş olmalılar. Ah be dede keşke görseydin şu bana gösterilen iltiması. Gerçi Cumhurbaşkanlığı'na aday olmak istediğimde beni desteklememişlerdi ama; devlet işinde yorulmayayım diye öyle yaptılar demek ki.<br />
Binanın girişinde demir parmaklıklar karşıladı bizi; güvenliği yüksek bir site galiba. Her yerde beyaz önlüklü insanlar var. Herkesin yüzü gülüyor. Ortada oturan bir adamın heykeli duruyor. Fazla düşünceli sanki, sanatçı bu eseri ile bize ''Yakarsa dünyayı garipler yakar'' mesajını vermeye çalışmış sanırım.<br />
Minibüsten inerken o iki iri yarı adam koluma girdi. Galiba odama kadar eşlik edip siteyi tanıtacaklar. Bahçede yürürken gördüğüm insanlar gayet zarif ve aklı selim duruyor. Seçkin zümrenin tercihi galiba burası. İnsanlar boş saksıları suluyor, süs havuzunda vapur bekliyor. Şen şakrak türküler, çınlıyor camlarda, ''seni görmem imkansız rüyalarım olmasa'' diyor bir pansiyon sakini, acaba o da mı bizim dedeyi arıyor. Sahi dede inşallah bulabilir burada; resmi kıyafet galiba herkes beyaz giyiyor. Kollarımda arkama dolanmış sallayamıyorum Ayşen'in yoluna. ''Zaten onun yüzünden oldu'' diyor Ahmet gözlerime bakarak. Ayşen geliyor aklıma, kaldırıma düşen saç teli geliyor. Ellerim sırtımda,kemerli merdivenleri çıkıyorum. Dördüncü kat meçhul numaralı odaya buyur ediyorlar beni. İç mimar biraz varoluşçu sanırım. Tek renk bir odada bir yatak bir masa ve sandalye bulunuyor. Camlar içeriye kuş kaçmasın diye demir parmaklıklarla kapalı. Akıllıca. Kuşları kafese koymak yerine insanları bir yere kapatıp tüm dünyayı kuşların kafesi yapmak ne güzel düşünce. İnşallah Bakanlar Kurulu kabul eder de tüm ülke kuş saldırılarından kurtulur.<br />
Günlerden bir gece dede geliyor baş ucuma. Bastonu da elinde, mektubu da bulmuştur o zaman, saç sakal da birbirine karıştı ama tanıyabildi beni.<br />
-''Hoş geldin dede. Nasıl yeni yerim. Biraz beyaz ama idare et. Sen de odanın renginde olduğundan fazla ayırt edemiyorum. Başka tarafa bakarak konuşursam sen baktığım yere geç de ayıp olmasın. Ne diyordum. Ha, rahat bulabildin mi burayı? Sahi nasıl saldılar seni yukarı, ben bir iki kere bu saatler Taksim'e çıkayım dedim kapıyı suratıma kapattılar, giydirdikleri gömlekte cabası. Bir komşu var burada, kimseyi odadan çıkartmıyor. Bir de meraklı ki sorma, sürekli kapıdaki delikten bizi gözetliyor. Polisi aramak istedim bir kaç kere ama çok yoğun bu aralar dedi karşı komşum, meşgul etmek istemedim. Evet karşı komşum Orhan. İyi çocuk aslında.<br />
Günlerim güzel geçiyor burada. Seni özlemiştim bir kaç kez. Aslında apartman görevlisine tarif ettim seni, görürsen haber ver dedim ama, doktor çağırdı hemen. Galiba beyaz giydiğinden karıştırdı. Sonra apar topar buraya taşındım zaten. Kirayı iş yerim ödüyor. Elektirik, su, yemek, ısınma hepsi kiraya dahil. Son iş gününde patron bir daha gelme buraya demişti. Galiba emekli olduğumu söylemeye çalışmış<br />
Dostlarım ''Ayşen'den sonra'' diye başlıyor beni anlatan cümlelere. Haksız sayılmazlar aslında. Sadece Ayşen adını duyunca akıllanıyorum. Keşke damarına basmasaydım, sokak yerine kollarıma koşsaydı diyorum. Şimdilerde anlıyorum ki sevmek yokuş aşağı koşmak gibiymiş dede; ulaşmak sevdasını düşmek korkusunun ortasında yaşıyorum. Ayşen'in yanağının düştüğü yolda bıraktım son fikir tanemi. Hissi değil şahsi davranıyorum. Herkes akıllı taklidi yapıyor dünyada. Normal davranmak adına yavaş adımlarla yürüyor. Koşmamak için çabalıyor. Düşmekten irkiliyor.<br />
<br />
<i>''Düşmek korkusu davranışları engellemez dedeciğim, algıları açar.''</i><br />
<br />
Halk dilinde buna<i> '' Algıda Delicilik'' </i>adı verilir. Aslında farkındayım her şeyin. Geceler akrep olmuş, gündüzler yengeç, aklımdaki tek zaman kavramı vakit çok geç. Her daim aydınlık kalan bu odada en büyük karanlığımı yastığın altına sakladım. Boş kağıtlara parmağımla şiirler kazıyorum. Pek bir şey değişmedi aslında. İşe giderken giymekten nefret ettiğim beyaz gömlek yine üstümde. Yine insanlara boş gözlerle bakıyorum. Sosyolojik tanımlamalara kaşlarımı çatıyorum. Hâlâ köpeklerden korkuyorum ve geceleri tek bacağım yorganın altında Üstümdeki akıllı maskesini çıkartalı özgür geziyorum. Yatağımdaki kemerler sadece vücudumu tutsak etmiş. Ben her uykuda Ayşe'in kirpiğinin damladığı sokağa koşuyorum. ''Saatler vuslatı vurmuyor Ayşen'' derken özüme kavuşuyorum.<br />
<br />
<i>Algıda delicilik dedim ya. Ben iyi idea kavramını Ayşen ile somutlaştırdım; Platon'un güneşine kafa tutuyorum.</i><br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-88290613141392420982018-05-08T04:31:00.002-07:002018-07-02T12:32:58.074-07:00NEDİR YANİ, MESELE NEDİR?<br />
Sosyal Bilimler çatısı altında yerini almış olan Edebiyat alanı, bulunduğu başlığın ortasında durmuş, biraz ''Sosyal'' biraz ''Bilim'' hamuru ile yoğurulmuş ''Edeb'' köklü bir alandır. ''Sözü güzel ve etkili söyleme'' formülü ile açıklanan yazınsal sanat eselerinin çıkış noktası ve işlendiği mecraadır.<br />
Türk Edebiyatı alanı da aynı oluşumla ortaya çıkan, elimizdeki en eski kaynan Orhun Abideleri'nden günümüz eserlerine kadar geçen zaman zarfını adlandıran ve açıklayıp anlamlandıran alandır. Her bilim alanının eksikleri veya yanlış yapılanmaları olduğu gibi, her ne kadar günümüzde hâlâ bilim olup olmadığı konusu tartışılsa dâhi Edebiyat alanının ve eğitiminin de belli eksiklikleri varolmaktadır.<br />
Peki nedir eksik olan, mesele nedir?<br />
Okur-yazar olarak yetiştirilmeye çalışan öğrenci grubunun bir mensubu olarak şahsım Yeni Türk Edebiyatı alanı öğrencisiyim. Edebiyat bilimi kökenden başlıca dallara ayrılsada bu dallar içinde en cürretkar olan Yeni Türk Edebiyatı alanıdır. Yeni Türk Edebiyatı doğası gereği bir meydan okuma içgüdüsünü sırtında taşır. Tam olarak milli kabul edilemez, özünü kaybedip batılı olmuştur denemez. Gri renkli bir sentez ürünü olan bu alan bir çok farklı sosyal bilim ile omuz omuza mücadele altında olsa da asla dirsek atmaz, formasından çekmez.<br />
Yeni Türk Edebiyatı alanı kökü Doğu topraklarına sıkıca sarılı, dalları ise Batı semalarında yeşermeye çalışan bir ağaçtır aslında. Özellikle Tanzimat Edebiyatı etkisi altında ortaya çıkan bu alan günümüzde yöntem farklılıklarına sahip olsa da aynı model ile çiçek açmaktadır. Tercüme ve taklit ile başlayan bu serüven 1950 yıllarına kadar tam olarak potansiyelini esere verememiş, bir iki istisna haricinde Fransız Edebiyatı'nın türkçe alt yazılı fragmanı olarak kalmıştır.<br />
Yahya Kemâl Edebiyata Dair adlı eserinin ''Memleketten Bahseden Edebiyat'' adlı bölümüne (s.142.) Yeni Türk Edebiyatı'nın kendisine kadar olan gelişme sancısı evresi için şu tespite yer verir;<br />
''1870'den sonra, edebiyatta, Şark'tan çıkmak zarureti vardı,çıktı,bu çıkış çok iyi oldu. Avrupa kültürünün mektebine girdik, orada okumaya koyulduk, yetmiş seneden beri de okuyoruz; yazık ki mektepten henüz çıkamadık; hâlâ bocalıyoruz''<br />
Evet Yahya Kemâl Batı'nın tekniğini öğrenip Yeni Türk Edebiyatı şiirine çağ atlatmıştı. Bir başka etkisi ise yetiştirdiği öğrencisi Tanpınar olmuştu. Evet Yahya Kemal Yeni Türk Edebiyatı için kaynak olacak düz yazı eserleri vermişti. Fakat onun getirdiği mektepten ''memlekete dönen adam'' modelini Tanpınar tamamlamış ve onun şiirinin kuramını yazmak ve bunu düz yazıya da uygulamak ona kalmıştı. Artık Batılı bir şiirimiz vardı.<br />
Peki nedir Edebiyat tekniklerini nesillere taşıyan, yani mesele nedir?<br />
Tam bu noktada Edebiyat Bilimi emekçileri haricinde kimsenin ilgisini çekmeyen, ama edebiyat sanatının tüm formülünü görmemize yarayan ''Kuram Kitapları'' devreye giriyor.<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar döneminde Yeni Türk Edebiyatı'nın sadece tanımını yapmamış, bu alanın yapısı ile ilgili kuramsal bilgileri de bize sunmuştur. Onun öğrencilerinin ders notları düzenlemesi ile basılan ''Edebiyat Dersleri'' adlı eserin ''Şarkta Nesir'' adlı bölümünde (s.99.) ''Şiir kabilenin hatıra defteridir, şiir olması için nesrin olması lazımdır.'' cümlesi bize bir eksikliğin perdesini açar. Bu cümle özelinde hareket edersek Edebiyat eserlerinin oluşumunda nesrin önemini açıklamak daha kolay olacaktır. Özellikle günümüz edebiyatında kuramsal kitapların eksikliği göze çarpıyor. Kendi kuram kitaplarımızı yazmıyoruz. Özellikle Batı bize akseden Postmodernizm akımına bu kadar tabii olduğumuz günlerde bu akım ile ilgili kaynak bulamıyoruz. Batıda bu alanda yazılan kaynaklar ya tam bize uymuyor, ya da çevirmiyoruz. Peki neden bu alanın eserlerini kendi coğrafyamıza uygulamışken bu sentezin düzetlemeleri ile kendimizce edebiyatımızın kaynağını ve kaidelerini yazılı hale getirmiyoruz?<br />
Tabiki bir iki kaynak akla gelebilir; ''Yıldız ECEVİT'in Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, Prof. Dr. Ülkü ELİUZ'un Oyunda Oyun Postmodern Roman , ya da Ertan ÖRGEN'in hazırladığı 40 Soruda Postmodern Edebiyat kitabı.'' ancak bu kitaplar bir çırpıda sayılabilecek kadar azdır.<br />
Nesir'den kastettiğmiz Yeni Türk Edebiyatı'nın kuramsal sınırlarını çizen kitaplardır. Örneğin genel kuramlar hakkında başucu kitabımız Berna MORAN'ın ''Edebiyat Kuramları ve Eleştiri''adlı eseridir. Gayet güzel bir eser olmakla birlikte bir başka kaynağa sahip değiliz. Ki bu eserin sahibi olan Berna MORAN hocamızda Türk Edebiyatı alanında çalışmış değildir. Eğitimini ve hocalığını İngiliz Dili ve Edebiyatı alanında yapmıştır.<br />
Peki neden kuramımızı yazmıyoruz, nedir yani, mesele nedir?<br />
03.05.2018 tarihinde Sıddık AKBAYIR hocamızın Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesindeki odasında küçük bir sohbetimiz oldu. Sohbetin bir noktasında biyografi temelinde yazdığı eserlerde kuramsallaşmadan kaçtığını belirtmişti. Sebep olarakta kuram kitabı okumanın insanları yorduğunu, öyküleme yöntemi ile şairler ve edebiyatımız ile ilgili bilgileri aktarmanın daha etkili olacağını düşünüp bu yöntemi oluşturduğunu söyledi.<br />
Aslında tespit çok doğruydu. Bizim edebiyatımızın her döneminde yazar ve şairlerimiz edebi eser vermeyi ve ustalık göstererek meydan okumayı ön plana almıştı. Bu sebeple kimse sıkıcı ve bilimsel kabul edilen kuramsal kitaplar yazmaya meyil etmemişti. İkisini birlikte götürmek ise çok daha zor gelmiş olmalıydı. Çünkü bu gayet riskli ve zahmetli bir işti. Ama ancak bu şekilde Umberto ECO ya da Tolstoy olunuyordu. Hem işin kuramını anlatıp hem de eser vermek riski yüksek olsada başarıldığında dönem edebiyatını fazlaca öne taşırdı. Bizim bir adım geriden gelme sebebimiz belkide onların önce eserleri yazması, sonra bu eserlerin ortaklığında kullanılmış sistemi kuramsallaştırıp somut hale getirmesiydi. Biz ise onlardan kuramı alıp onu entegre ederek eser vermek zorunda kaldık. Bu da ne yaparsak yapalım Batı Edebiyatına karşı hep 1-0 geride olmamıza sebep oldu.<br />
Bir Başka sorun ise Yeni Türk Edebiyatı'nın hâlâ tam yerinin belli olmamasıdır. Biz Batıda mıyız, doğulu muyuz? Yoksa Tanpınar'ın deyimi ile çok Garplaşmış bir Şarklı mıyız?<br />
''Aslında ne doğulu kalmışız, ne Batılı olabilmişiz; iki camii arasında beynamaza dönmüşüz demek daha doğrudur.''<br />
İste yazımda bahsettiğim eksikliğin sebeplerinden birisi de budur. Batı düşüncei plan yapmayı, programlamayı esas alır. Bü yüzden kuramsal çalışmaları edebi eserler ile birlikte götürebilir. Bizim önceliğimiz ise duygudur. Bu yüzden biz işin sanatsal hazzını ve eser vererek meydan okumayı öne alırız. Çünkü Doğu epik bir karakterdir. Düşünmeden saldırmayı sever. Ama meydan okuma bittiğinde arkanızda kurulmuş bir sistem bırakmazsanız kazandığınız şehir darmadağın olacaktır ve bu sizi her savaşta kaybeden taraf yapar.<br />
SON SÖZ<br />
Peki bu durumu düzeltmek için reçete nedir, yani mesele nedir?<br />
Öncelikle Edebiyat eğitimi alanların kuramsal boşluğa yönlenmesi şarttır. Biz bugün zaman kuramını sadece Paul Rıcoeur'un ''Zaman ve Anlatı'' serisinden çalışıyorsak bunun sebebi kendi öz kaynağımızı kuramamamızdır. Ne zaman edebiyat kuramları hakkında kendi kitaplarımızı yazmaya başlarsak hem kendi eserlerimizde kuram uygulamamız kolay olacak, hem de edebiyat eğitimi daha kaliteli ve çok fikirli bir hal alacaktır. Kuramları sorgulama şansımız artacak, bu da eser ve eğitinde kaliteyi arttıracaktır. Burada öncelikli olarak Edebiyat alanı elini taşın altına koyacak, Felsefe ve Sosyoloji gibi iki fikir alanı ile paslaşıp organize bir atak ile golü bulacaktır. Ama hedefimiz avrupadaki kuramları çevirmek değil, kendi eser içeriğimiz ve geleneğimiz çevresinde bu kuramları bazen modifiye etmek bazense baştan yazmak olmalıdır. Ancak bu şekilde belli bir sûrete büründürmeye çalıştımız Yeni Türk Edebiyatı'nın temelleri sağlamlaşacak, dönemler arası kopukluk azalarak her yeni akımda eskisini yıkıp temelden başlamak gereği duyulmayacaktır. Kuramları, yöntemi belli bir edebiyat daha uzun ömürlü ve bilimsel çalışmalara daha uygun hale gelerek zamandan sıyrılıp klasik olma yolunda ilerleye bilecektir.<br />
Kuram kitapları eksik bir edebiyatın devamlılığı olmayacağı gibi, bu eksiklik her seferinde bizi baştan inşa etmeye zorlar. Ve ancak bahsettiğimiz yolla çalışılırsa Tanpınar'ı okumaktan, onun gibi yazmak, hatta onun üstünde yazmak hedefimiz gerçek olcaktır.<br />
<br />
<br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-1481367548991033442018-05-05T07:09:00.000-07:002018-07-02T12:33:29.085-07:00ÜÇLER<div style="text-align: center;">
<br />
<br />
<div style="text-align: left;">
Elips taş suyun üzerinde üç kere sekti.</div>
</div>
Üç dalga vurdu kumsala; biri atana, biri tutana, biri yutana...<br />
Şemsettin çıktı dalgadan;tüyleri ıslak,gözleri kızarık, burnu tıkalı. Şemsettin gönülden yaralı; git-gel akıllı, gel-git kafalı.<br />
Üç dilek tuttu gök; yüzüne Şemsettin'in. Bizim oğlan üç yerinden vuruldu, kırk kapıda kuruldu, delirmekten yoruldu...<br />
Tabure oldu sonra. Başlar ayak, ayaklar baş oldu. Üzerine oturdu en sosyalist söylemler, Şemsettin bir öğrenci eyleminde vuruldu.<br />
Süründü Ankara'nın ayazında, tüm fikirlerin kursağında buruldu. Sıktı felek pençesini bir hevesle, Şemsettin ahmak ıslatanlara kovuldu.<br />
Beyaz bir odaya sokuldu sonra. Üç parçada bölündü. Bir parça Şems, bir parça et, bir parça tın oldu.<br />
Şems'i arayan Mevlana, Et'i arayan baykuş, Tın'ı arayan Ahmed Hâşim.<br />
Göz için Muallim Naci, kulak için Recâizâde. Vaaz için Mehmed Âkif, görmek için Âşık Veysel. Vurmak için Dadaloğlu , sövmek için Nef'i, saymak için Pisagor...<br />
<br />
<i><b>"Şemsettin;soğuk ayazların titreyen bülbülü.</b></i><br />
<i><b>Şemsettin ; yönünü kaybetmiş Şehzade'nin kâhküllü"</b></i>Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-31045472045894727462018-04-01T11:30:00.001-07:002018-07-02T12:34:09.074-07:00ORTALIK OYUNU<div style="text-align: center;">
<div style="text-align: left;">
Sıkıldım artık bu kuru taburede oturmaktan Şemsettin. Ya kalk gidelim, ya iki çay söyle biri açık olsun. Zaten kararttın suratını yine. Bir de çayın koyusunu çekemez bu ağız. Çıkalım artık siyah-beyaz sokakların içinden, kırlara düşsün yolumuz. Hadi atla cebime, sıcak sıcak saklan orada. Ben seni ilk molada kaldırırım. Dal Uyku Tanrısı'nın narin kollarında düşlere.Çocukluğumuza yol olalım.</div>
</div>
<br />
Ankara üzerinden Orta Anadolu'ya düşsün gölgemiz, kurak ve tozlu yollarda kavrulsun tenimiz, pamuk tarlasında gezerken bacaklarımız çizilsin. Arada sen çık dışarı, ben senin şapkanın altında gezeyim. Koru beni Adana pamuğunun beyazından. Düşlerimde siyah kalayım.<br />
Vuralım kendimizi tuz kokulu sahillere, gezgin olalım, seyyâr olalım, yâr olalım, ayâr olalım. Şiirler kuşanalım üstümüze, kalemler süngümüz olsun. Kanatmadan konuşalım karşıtlıkları. Sonra bir öğrenci eylemine karışalım fiziken, sloganlar atalım. Şehrin griliğine dönelim sonra, Karabük deplasmanı olalım, sayısal loto oynayıp amorti yakalayalım.<br />
Çık sonra sen cebimden, bir baston bir mendil ile atla taksim meydanına. Şarkılar söyle, hikayeler anlat. Sonra sabah güneşinde Saathâne Meydanını dolaşalım. Doyalım zambaklarla kaplı sokaklara. Herkese karşı bir olalım, sen ayaklarını koy ben kafamı, kolları kendi özek yönetimine bırakalım.<br />
Sabah çayını sirkeci vapurunda içelim, öğle ezanı Yıldız Camii'nden çarpsın kulaklarımızda. Osman Bey'in rüyasındaki Çınar ağacının gölgesine yaslanıp tütün saralım. Ayıplı filmler izleyelim sinemada, açık saçık konuşalım, içimizde kalan son ar kırıntısı ile kızarsın yüzümüz, ruhumuzu baklavalık yufka gibi açalım.<br />
Sezai Karakoç okuyalım,buram buram ''Masal'' koksun. Nazım'da bulalım memleket aşkını. Aşık Veysel'de görmeden sevmeyi anlayalım. Sert olsun sözümüz, Can Yücel'in Pasaklı Kontes'ini bulalım. Dolmabahçe Sarayı'nda soytarı olalım. Vurulsun kellemiz tez vakitte, kanımız avluda yayılsın, sevmekten vazgeçip seven olalım, Ölmeden önce ölüp Canân'ı bulalım.<br />
<br />
Ve her adımda büyüsün çocuk ruhumuz, Suriye'deki silah seslerine kulak tıkayalım, çocuk ölümleri anlamsız , kadının ezilmesi sessiz olsun, insanlıktan çıkalım;''Modern'' olalım.<br />
Tek derdimiz banka hesabımızdaki sıfırların sayısı olsun, başımızı sallayalım , maaşımızı sayalım.<br />
Koltuk takımı alalım, buzdolabı taksitlerini aksatmayalım. Öldürelim içimizdeki son Fena Çocuk'u.<br />
Akıllı olalım, uslu olalım.<br />
Diziler izleyelim hipnotize halde, evlilik programları ile güne başlayalım. Köşe yazısı okumayalım. Kapatalım aklın tüm alıcılarını bilgiye. Kulaktan dolma, ikinci el fikirleri vizesiz ve filtresiz şekilde içeri alalım. Ne duyuyorsak inanalım, önüne ardına bakmayalım. Sağcıya sövelim, solcuyu dövelim. Sağa sola minimal küfürler kazıyalım. Kim iktidarsa ondan olalım. Patronu yağlayalım, ev sahibini ballayalım<br />
<br />
Kopalım çocukluğumuzun taze süt kokusundan, kaliteli parfümler kokalım.<br />
Yalnızlıkta bulalım kendimizi, kalabalıklar içinde ''yalın'' olalım. Telefonun ucuyla sevelim annemizi. Cuma mesajlarımız topu, kandillerimiz retweetli olsun. Namazların farzını kılıp sünnete vakit bulamayalım. Vicdanımızın tüm sızlamaları için bir parça ''Modern Yaşam'' bahanesi yutalım. Severken unutalım, unutulanları yakalım.<br />
<br />
Anayasa mahkemesine başvuralım pazartesi sabahı, ''Vefa'' kelimesini semtlerden bile kaldıralım. Kafa karıştırmasın toplumda, yardımlaşmayı yasaklayalım. İnsanlık namına yapılan hareketlere Rtük tarafından yapım yasağı getirsin. Kalplerimiz mozaikli, ensemiz kalın yaşayalım.<br />
Sevmeyelim sevilmeyelim, Süleyman'a kalmayan saltanat bizim olsun.<br />
Karnımız tok, aklımız aç, ruhumuz kara, cebimiz dolu olsun.<br />
Çocukluğumuzun masumiyeti eski fotoğraflarda naftalin koksun.<br />
<br />
Ruhumuzun künyesine not düşülsün;<br />
<br />
''tüket(n)iyorum, modernizm varolsun.''..<br />
<br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-75265313413014290162018-03-29T11:04:00.001-07:002018-07-02T12:35:24.715-07:00KARAGÖZ VE HACİVÂT- ÖLÇÜ MESELESİZamanın Şehr-i İstanbul'unda, kıraat-hânelerde edebiyat kokar, âruz ölçüleri havada uçuşur, en az düzenlenmiş iki Divân'ı bulunmayan adam yerine konmazdı.<br />
Hece ile şiir yazanlara eshefle kınayan gözlerle bakılırdı. Kâfiyenin gözden ırak kaldığı, ''abes- muktebes'' tartışmasının nesilden nesile sürüp gittiği devirde iki genç şair yaşardı.<br />
Kafka'nın '' Ülkede adalet yok'' mottosu temellendirmesi ile avukatlığı bıraktığı yaşta olan bu genç adamlar, çeşitli dergilerde şiir sanatı hakkında yazılar yazar, youtube kanallarında güncel eserlerle ilgili videolar çekip, twitterda şiirlerinden kısımlar paylaşırlardı.<br />
Hacivât; âruzun müptelası, Farsça'nın aşığı, Fransız edebiyatı eserlerinin bibliyomanıydı. Karagöz ise; Heceye gönül vermiş, türkçe ağzımda anasütüdür aforizmasını kalemine işlemiş, modern bir türk ozanıydı.<br />
İkili sık sık dergilerin orta sayfa sütunlarında karşı karşıya gelir, yeni yeni peydâh olmuş fikir-sanat- edebiyat programlarında karşıt fikirleri ile güreş tutarlardı. Günler günleri kovalarken ikili arasındaki polemik büyüyor, ölçü meselesindeki iki grup bu gençleri lider olarak görüp destekliyordu.<br />
Bir gün Fatih Altaylı'nın konuğu olarak ''Teke Tek'' programına katılan Hacivât'ın '' Hece ölçüsü taraftarları âruz karşısında kalemlerini bırakıp diz çökeceklerdir.'' açıklaması ile ipler iyice gerilir. Tabiki bu laf havada kalmayacak, Karagöz'den cevabını bulacaktı.<br />
Bu olaydan bir hafta sonra Murat Bardakçı'nın programına katılan Karagöz'e Hacivât'ın sözleri hatırlatılıyor, ozanın cevabı ''Biz sadece rükûda eğiliriz'' oluyordu.<br />
Olaylar çığrından çıkmaya başlamış, iki grup arasındaki gerginlik toplumsal çatışmaya neden olmuş, baba oğul birbirine küsmüş, boşanmalar artmış, euro altı lira sınırına dayanıp krizi kapıya getirmişti. Cumhurbaşkanı'nın araya girmesi ile, İlber Ortaylı koordinatörlüğünde bir atışma yapılması için taraflara teklif götürülmüştü. Her iki keskin taraf '' Davete icabet etmek sünnettir'' diyerek kalemleri kuşandı.<br />
Gün gelir devran döner, horoz ile tavuk arasındaki çekişme farklı boyutlara taşınır, damlaya damlara yapay göl olur, o gölde kanat çırpan bir kelebeğin etkisi ile Japonya kıyılarında tsunami vurur.Vakit çatar, ikili karşı karşıya gelir, tartışma nazım üzerine alevlenir.<br />
Hacivât varoluşun temel taşından örnekler verip konuşmaya başlar;<br />
Hacivât; ''Bak Karagöz'üm. Dönüşüm varoluşun miheng taşıdır. Ana karakteri olan Gregor Samsa bir sabah böcek olarak uyanır. Yaratıcısı Franz Kafka'dır.''<br />
Karagöz; '' Tövbe de münâfık yaratıcımız Allah'dır.''<br />
Hacivât;'' Yine olaylara çok anti- seküler bakıyorsun''<br />
Karagöz;''Yavaş ol efendi yoksa küfür mü ediyorsun?''<br />
Hacivât;'' Görüyorsunuz İlber Bey, Ne demişler; Âlim ile sohbet edersen alırsın mertebe, cahil ile konuşursan dönersin merkebe''<br />
Karagöz;''Zihin fukara olunca akıl fukara olurmuş, ben lafları çakınca Hacivât yine kudurmuş''<br />
Hacivât;''Sen bana çaksan ne olur cahilliğine baksana, hece ile herkes yazar yiyorsa âruzla yazsana''<br />
Karagöz;''Gitmelisin bu diyardan,doldu zaman bitti takvim,buyur hodri meydan,çaktım sanaHacivât beyim.''<br />
Hacivât;''Gittiğiniz yolun sonu uçurum, Nefi'yi dinleyip bir durun, ağlamayın hececiler, köşenize çekilip kudurun.''<br />
Karagöz;''Âruz olmuş dilim dilim, söylemeye varmaz dilim, sizi neden kıskanalım, ah garip Hacivât'ım benim.''<br />
Hacivât;'' Şiir basit değildir, estetik kelimelere doymalı, toplanıp tüm âruzcular, hececileri oymalı.''<br />
Karagöz;''Farsça kaldı eskide, şiir öz türkçe olmalı, oturup okuyanlar, anadoluya doymalı.''<br />
Hacivât;''Anadolu'ya aç olan, dursun belgesel izlesin, şiirde tat arayan benim sözümü dinlesin.''<br />
Karagöz;''Hacivât'ım galiba derin uykulardasın, Farsça bilen mi kaldı, millet nasıl anlasın.''<br />
Hacivât;'' Farsça sanat dilidir, zor gelmez bilgine, mazmunları âlâdır, ufuk açar zihnine.''<br />
Karagöz;''Sanatın temeli bilgin değil toplumdur, halkın aklına girmeyen gül değil çürümüş ottur.''<br />
Hacivât;''Karagöz'üm ne desem sende etkisi boştur, senle uğramak güzel ama, son vermek daha hoştur.''<br />
Karagöz;''Uzatmak yersiz olur, zira konu muamma, herkes yoluna baksın yüzyıllar sürer bu dava.''<br />
İlber Ortaylı;''Çocuklar biz sizi şiir cemaatinden biliriz, tartışmaya gerek yok hep aynı gemideyiz. Siz laf yarıştırın diye döndü şiir şaşkına, hadi gidin bildiğinizi yapın, yeter Allah aşkına.''<br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-66136779508617464802018-03-08T11:26:00.002-08:002018-07-02T12:37:00.037-07:00KADAVRAYA KALP MASAJI<br />
<br />
-Baktım olmuyor ben de vurdum kapıyı çıktım dışarı. Hızlı ve şuursuz adımlarla uzaklaştım oradan. Üst üste küfürler peleseng oldu dilime. Yokuş aşağıya saldım düşlerimle yorgun ayaklarımı. Sinirden kastığım dişlerimin sesleri sokak başından duyulacak olmuş ki Adem abi seslendi birden. O anda ayaklarımın beni mahalleme sürüklediğini anladım.<br />
-Adem kim oğlum?<br />
- Yok mu abi şu kösedeki manifaturacı Adem. Hani karısı bir adamla kaçmıştı da mahalleyi ayağa kaldırmıştı asarım keserim diye.<br />
- Sahi n'olmuştu o olay?<br />
- Nolucak abi. Adem yaz yağmuru gibi bir esti, sonra çekildi kenara. Bırak şimdi abi onu bir şey anlatıyoruz burada.<br />
-Tamam kardeşim devam et sen, mahalleye geldim demiştin.<br />
- Hah abi gelmişim mahalleye, yüzüm kıpkırmızı zaten sinirden. Adem abiyi bir şekilde savuşturup meydanlıktaki yemekciye oturdum. Dedim kafam fazla dolu bari mideyi de dolduralım. Garson geldi, tam bana bir paça çorbası diyecektim..<br />
- Noldu oğlum yine, Adem mi gelmiş peşinden.<br />
-Yok be abi ne Adem'i, bu başka bir şey.<br />
-Kim gelmiş oğlum çatlatma adamı.<br />
-Göğün yedinci katından bir melek gelmişki abi, sorma gitsin.<br />
-Sordum gitti, ne meleği oğlum kafan mı güzel senin!!<br />
-Valla abi onu gördüm göreli çakır keyif gezdiğim doğrudur ama, bu sarhoşluk herhangi bir insan eli değmiş bağımlılıkla olacak şey değil.<br />
-Bak geveleme lafı çay bardağı geliyor kafana!<br />
-Abi bir afet-i devrân geldi ki yanıma, dünya medeniyetler tarihi böyle bir esere daha önce şahit olmadı, Babil'in asma bahçeleri yanında halt yemiş, Mısır piramiti bütün sırrını kaybetmiş. O gözler, o kara kara üzüm gözler, siyah saçlar, ince bel..<br />
-Anlaşıldı. Manita meselesi yani.<br />
-Öyle basit bir manita meselesi değil abi. Hani bu koca koca aslanları sirklerde kediye çeviriler ya, böyle çemberden falan atlatırlar, işte bu kız benim elimden tutsun feleğin çemberinden atlamayan şerefsizdir.<br />
-Gönülden gönüle yol kurdun ha gizli gizli?<br />
-Ne yolu reis, baya dört şeritli otabanlar serdi aramıza karayolları, viyadükler , köprüler, alt-üst geçit ne ararsan var bende.<br />
-Sen baya baya tutulmuşsun ha?<br />
- Valla bi karaya vurmuş balina gibi derin bir nefes verdim önce, Allah'ım dedim. Tüm Dünya'da bu kadar kötülük ve savaş varken, bu kızın bu kadar güzel olması haksızlık değil mi ? Nasıl bir imtihandır bu?<br />
-Hop oğlum olay farklı mecralara kaydı tövbe de.<br />
- Valla bi ben tövbe etmeye fırsat bulamadan kız sipariş sordu. ''Sizinle birlikte geçireceğim otuz beş sene alabilir miyim ? mümkünse paket olsun'' diyecektim, diyemedim.<br />
- Eee ne dedin?<br />
- ''Kuru pilav alayım, pilav az olsun'' dedim.<br />
-Desene fasülyeden olmuş muhabbet, içine turp sıkmışsın.<br />
-Yok abi turp limonlusunu ortaya söyledim sonradan.<br />
-Oh oh iyi olmuş, tüy dikmeden muhabbeti kapattın diye üzülmüştüm bende!<br />
-Dur abi zaten kafamın içi seçim otobüsü. Neyse bu yemeği bıraktı gitti. Kuru fasülye beni kesiyor, ben kızı.<br />
-Yapmadın mı bir numara?<br />
-Abi fasülye bırakmıyor ki yapayım. Neyse fasülyeyi aradan çekilmeye ikna ettim. Koca kalabalıkta biz kaldık başbaşa. Kız işinde gücünde, ben dalmışım. Başladım bu kızın başrol oynadığı hayaller kurmaya. Üç çocuğumuz olsa, iki kız bir erkek. Kızlar annesine benzese, hatta oğlanda ona çeksin anasını satayım. Ben çalışıp eve baksam, o günde üç öğün yüksek ölçekten bana baksa, akşam eve geldiğimde kapıya o çıksa, ben eve sırf o var diye gelsem, bütün dünya buna inansa, bir inansa, hayat bayram olsa...<br />
-Çık Yeşilçam sokağından gel Dolmabahçe'ye. Olaya dön oğlum olaya.<br />
- Ben de öyle düşünüp hayallerimi fıragman tadında keserek asıl filme odaklandım. Dedim bu kız mahalleye yeni gelmiştir. Yok hep buradaysa ben farketmediysem bu gözleri iki leğen altı mandal karşılığı eskiciye vermeli. Bir kaç saat tatlı, çay , kahve orada kaldım. Sonra ufaktan volta almak gerekti, sokuldum mahallenin araç trafiğine kapalı sokaklarına. Biraz dolanıp eve geçtim. Kız aklımdan çıkmıyor ama yeri kombine. Her sokak başında onu arıyorum. Sonra kendi kendime ne işi olur burada manyak diyorum, başka sokağa giriyorum yine karşıma çıkar mı diye sağı solu kesiyorum.<br />
-Dikkat et yanlış adamları kesme düğün pastanı yemeye niyetliyken helvana talim olmayalım.<br />
-Ben de bilhassa bu düşünce ile eve attım kendimi.Dedim bir güzel uyuyayım,yok. Kalkayım bir çay koyup oturayım,yok. Kaldı bana iki ucu efkarlı değnek. Neyse kısmette bu varmış diyip uzandım yatağa. Sabahı zor ettim. Hemen çektim jantileri, ayakkabıları parlatıp koştum meydana. Gittim karşıdaki çay ocağına oturdum.<br />
-Niye onun çalıştığı yere gitmedin?<br />
-Olur mu abi? Her işin bir raconu var. Önce uzak gözlem deyip, iyi bir masa seçtim. Hafif yan oturdum ki aç kurt gibi tam karşısına denk gelmeyeyim. Karanlık sularda sessizce ilerleyen usulsüz bir kuruyük gemisi gibiyim. Varlığım da yokluğum da yetmiyor. Neyse baktım mesaisi bitmiş önlüğünü çıkarmış, ben de ufaktan toparlandım.<br />
-Gidip konuşsaydın hemen.<br />
-Dur be abi dokuz ay nasıl bekledin sen. Bütün semtin ortasında olur mu öyle? O sokağın köşesine vardı ben ayağa kalktım. Ufaktan seyirttim arkasında. Kafam önümde, yavaş yavaş takip ettim bir süre. Sonra bir cesaret, serde delikanlılık var tabi, seslendim arkasından.<br />
-Nasıl seslendin?<br />
- Bakar mısınız? diyeek oldum sesim çıkmadı bir an. Sonra döndü. Ulan dedim kalp kalbe karşıymış ben çağırmadan o döndü.<br />
-Sonra?<br />
-Sonra mısır uygarlığından kalma bir gülümseme kondurdu yüzüne. Gözleri parlayarak bana doğru yürümeye başladı. O an dünyanın en mutlu adamı seçimleri olsa dört yüz elli millet vekili alıp tek başıma iktidar olurdum. O bana yaklaşıyor, ben olduğum yere Karabük işi iki adet demir kelepçe ile çakılmış duruyorum. Zihnimde deli rüzgarlar, o bana ulaşmadan düşüp ölmekten korkuyorum. Derken, derken ölüyorum...<br />
-N'oldu heyecandan bayıldın mı yoksa?<br />
-Keşke. Esmer, uzun boylu bir çocuk sıyrıldı yanıbaşımdan. Bizim sürmeli ceylanın avcısı oymuş demek ki. Sarıldı boynuna. O an hemen ayaklarımın yanından bir yarık açılsa, düşsem içine tepetaklak. Oradan magma katmanını teğet geçip İzlanda'nın yanar dağlarından lav olup saçılsam. Ya da siyah camları filmli bir minübüs gelse, balyoz davası kapsamında içeri alınsam, Polat Alemdar'a sıkılan kurşunun önüne atlayıp vurulsam, ya da bir metrobüs kazazedesi olsam diye dualar ettim. Hayıflandım sonra. Sevdiği, seveni olan bir kızla nasıl üç çocuklu, pembe panjurlu hayaller kurdum. Kurduğuma üzüldüm, üzüldüğüme sevindim. Dünyanın en zor adımını attım sonra. Görsen, sanırsın yürümeyi yeni öğrendim. Gömleğimin beyazı kirlendi, pantolonumun ütüsü bozuldu. Aldığım son nefes bir sene boğazımda durakladı. Yürüdüm, hızlandım, koştum. Çileden çıkıp evi buldum. Uyumak için yattım, uykusuzluğa doydum.<br />
-Sonra ne oldu?<br />
-Geldim bir demli çay buğusunda seni buldum. Kısaca bir daha oraya gitmedim. Yolundan geçmedim, en önemlisi üç çocuklu hayaller kurmayı bıraktım.<br />
-Vazgeçtin yani?<br />
Evet abim, vazgeçtim.<br />
Çünkü bazı şeylere ısrar ile ümit beslemek, kadavraya kalp masajı yapmak gibidir. Niyet mutluluk olsa da bazen zamanında vazgeçmek gerekir.<br />
<br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-81828057504616935552018-02-25T06:19:00.002-08:002018-07-02T12:30:41.243-07:00ELLER GÜL KOKUYOR, SÖZLER DİKEN SATIYOR''Sokağın sonundaki karanlıkta kaybolana kadar bakakaldım arkandan; her köşebaşı biraz sen şimdi.''<br />
<br />
Dönüşlerin tedaülden kaldırıldığı saatlerde evlin ışıkları soluk, baca dumanları kesiktir. Gelmeyecek olaları beklemeye meyilli kahramanlar yıldızların parıltısında bulur yolunu. Fallar cevapsız, kahinler çaresiz kalsa da beklemek eylemini huy edinirler.<br />
<br />
Gözler çatılır, kaşlar kısılır, boşluklu saflarda edilen dualar semânın dördüncü katında takılır. Yollar arz-ı endam sehpası, denizler arş-ı adem olur. Sokaklar arşınlanır, caddeler kulaçlanır, denizler koşulur, cami avluları gül bahar olur.<br />
<br />
Sorulur ademoğluna bin bir çeşit sual, canlar sıkılır, çanlar çalınır, diller lâl olur.<br />
Lambada titreyen alev üşür, Leyla'lar ne söylese boşa olur.<br />
<br />
Sol anahtarı damlar kulaklardan. Yollarda hicaz makamından izler. Makamında ağırlar dertler sakinleri. Sakin kalamayalar yollara vurur taşları. Taşlar üç kez seker alevlerin üstünde. Sular yakıyor bedenleri; buz küpleri fışkırıyor yanardağ tepelerinden. Küçük bir kız çocuğunun paltosu yırtınıyor. Dizler kanıyor çocukların. Ellere gül dikenleri batıyor. Elleri gül kokan sâkiler diken satıyor. Yırtınıyor boğazlar. Düşler yutkunamıyor. Hıçkırık sarıyor her hevesi. En olmaz yerde hevesi tıkanıyor.<br />
<br />
Saatli maarif takvimi gün gün erirken vicdan atölyesinde, insanlık tarihin en acılı günleri kapıyı çalıyor , üç tıklama sesi duyuluyor demir tokmaktan . Biri evdekinin, biri kapıdakinin, biri komşunun kulak zarını yırtıyor. Aleminyum folyo gibi buruşuyor eller. Geri getirilemez kesikler sarıyor yüzler . Her gözyaşı bazik tepkimeler başlatıyor ellerde. Eller gül kokuyor, sözler diken satıyor. Satılır her sözün alıcısı bir başka ticaret başlatıyor. Kaşlar kısılıyor, gözler çatılıyor . Kirpilerde yaban gülleri, alev saçan meşaleler ortalığı karartıyor. Tütün kolonyası yakıyor yaraları . Her yara gören elinde tuzla koşuyor. Gözler çatılıyor, kaşlar kısılıyor. Her yara kanadıkça kıymete biniyor...<br />
<br />
Senfoni tadında nefesler dileğiyle.Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-70545749485470686462018-02-03T10:00:00.001-08:002018-07-02T12:40:01.716-07:00GELİŞİ GÜZEL DEĞİL GÜLÜŞÜ GÜZEL''Ben tüm dünyayı karşıma alıp seni sol yanımdaki yaldızlı tahta oturtmak istemiştim''<br />
İskelenin ucuna geldiğimde ciğerlerim soluk soluğa küfür ediyordu. Soğuk korkuluk demirine sırtımı verip ellerimi diz kapağıma dayadım. Üç derin soluktan sonra zirveye ulaşmış dağcı endamı ile göğsümü fazladan gererek doğruldum,ritmi bozuk kalbim fabrika ayarlarına dönmeye çalışıyordu.<br />
Sabahın en umarsız saatinde parktaki tahta banktan başlayan koşumun sebebi eksik; amacı bulanıktı.<br />
<br />
Sebep sonuç ilişkisi için fazla uçarı olduğumu düşündüm. Şehrin yitik sokaklarından sahilin nemli sessizliğine attığım macerasız ve ani gelişen tur, kafamda dolaşan kuyrukları birbirine bağlı kırk tilkinin yorulmasına sebep oldu; oturdum.<br />
<br />
Balıkçıların uğramaktan uzak durduğu iskelenin bereketsiz kısmında izmaritler beton direklere vuruyor; insanoğlu balık neslini kullanılmış nikotin artığı ile besliyordu.İskele turum basın mensuplarına kapalı olarak sona erdi;sessizim. Yürüdüğüm sahilde rüzgar kayaları dövüyor, kayalardan seken burnumu kızartmaya yetiyordu. Şehrin iç sokaklarına yöneldim, binaları paltomun yakaları gibi kullanıp rüzgara gri zırhlarla güldüm. Ellerim ayaza küs, cebimde saklanadururken adımlarım kısa ve aceleciydi.<br />
Soluk yüzlere atılan tebessüm okları menzil dışında kalıyor, umutsuzluk zırhı zihinleri savunmasız hale getiriyordu.<br />
Kafka'nın şehirdeki adaletsizliğe küsüp avukatlığı bıraktığı yaşta, postmodern kuramlar arasında yazınsal voltalar atıyoum, Aldırma Eco aldırma diyor zihnim. Sıfır sayının kıymetini bilmeyenler utansın.<br />
Çözemediğim düğümlerden yıllardın tırnaklarımı aşındırmanın hesabını sivri uçlu mecazlar ile alıyorum. Sayısalım hesap sorarken iyi, sözelim seni düşündüğüm saatlerde. Sözcüklerin en vurucu yanı sana ait metaforlarda baş gösteriyor. Sen her haftanın sekizinci günü içime düşüyorsun; için açılıyor,bir tutam yayla havası serpiyorsun kurum bağlamış damarlarıma, soluyorum.<br />
Ve sen gelişi güzel değil, gülüşü güzel yaradılışın hikayesi olarak kalıyorsun.<br />
En güzel anlarda kalmak dileğiyle.<br />
<br />
<br />
<br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-49958532746301788912018-01-23T12:16:00.000-08:002018-07-02T12:47:02.398-07:00BİR BEN'DEN BİR SEN GEÇİYORHer klişenin karşısında, sabahın serinliğine tepkili, yazın sıcağına hasret.<br />
Sahilin ilk güneş ışıklarını nemli banklarda ağırladığı saatlerde, umudun tonlarına Türk Sanat Musikisi korosu ahengi yaşatan sarı saçlar savruluyor kaldırımda. Her anın tadını çıkaran kaldırım taşları ıslak, yıldızlar erketede, güneş doğum sancısı ile yükselirken, o göğsündeki ince sızılar ile yürümekte.<br />
<br />
Denizin gökyüzü yansımalı maviliğine cevap veren gözleri , ince topuk ayakkabısı ve yüzündeki ufak tebessüm. Deniz feneri gülüşlü bir kadının evinde olduğu anlar gökyüzünde yankılanıyor, ağaçlar erketede, kuşlar onu selamlıyor.<br />
Her acısının temeline tebessüm ekiyor. Kendine kurduğu duvarda acılı harplerin izleri, surlarını döven her top mermisi gücüne güç katıyor. Gülerek cevaplıyor hüzünleri. Güçlü görünmek için yıktığı her tabunun üstüne acısını bırakmış, tek başına dikenli yollarda yürüyor.<br />
İnce topuk ayakkabısının bastığı yerlerde papatyalar açıyor, masumiyetleri onun yanında sönük, incelikleri belinin yanında kırık.<br />
Siyah çorabının üstünde özlem duyan sevgili edasıyla eteği sarılmış, dünyanın en güzel kırmızısı dudağında, kaşında nice savaşların okçuları, dudağının kenarındaki çukurda dualara secde ediliyor, gözlerinde aynı his. Ne kadar saklasa da nafile, yorgunluk çocuksu gözlerinden uyku gibi akıyor.<br />
Saçlarının siperi bandanası, Karadeniz'in Yayalasından haber veriyor denizlere. Sahil onun kokusunda yayla çiçeği buluyor. Çam kozalakları yeşeriyor boynunda, binlerce mecnun intihara meyilleniyor. Saat 07.14. Sokak lambalarının söndüğü saatte sahil, yeryüzündeki güneşi pür dikkat izliyor.<br />
Bir nefes ötesine gözlerimi dikmişim. Ay tutulması izleyen halkların arasında bulduğum güneşe dizeler okuyorum. Kıvrım kıvrım saçlarında savrulan hayaller, gözlerinin kafesinde umut dolu fallara açılıyor. Bir gülümseme ile dünyadaki savaşları durduracak kadının, ince bileklerinde huzur sallanıyor. İnce parmakları ile bir neslin kaderine yön çizebilecek bu dildâr, güneşin ilk doğuşunda şaçlarıyla martıları selamalıyor.<br />
Bir yüz görümlüğü sevdalar ekleniyor banklara, Anayasada yeri yok ama doğa onun yürüdüğü yollara güneşten şiirler saçıyor. Rüzgar belini sarıyor, nefesi kesik ateşler yakıyor ellerini,rüzgar ona dokunmak için soğuktan vazgeçiyor.<br />
Sen diyor ıslak limanın sakinleri;<br />
<b><i><br /></i></b>
<b><i>''İlk baharda düşen ilk cemre, çocuğunun annesine söylediği ilk kelime, iş çıkışı bir anda azalan İstanbul trafiği, Afrika'daki çocuğun öğle yemeği, Selma Hünel'in sesi...</i></b><br />
<b><i>Sen; sana benzeyen her şeyin güzelliğinin merkezi, sen bir sahil halkının rüyası, halk ozanlarının türküsü, Özdemir Asaf'ın dizeleri</i></b><br />
<b><i>Sen; anne sözü dinleyen çocukların masumiyeti, sen yer yüzündeki her yaşam parıltısının güç kaynağı..</i></b><br />
<b><i>Saru saçlarının altında bir çift gülen göz geçiyor beyaz</i></b><b><i> bir tende sahilden.</i></b><br />
<b><i><br /></i></b>
<b><i>Bir ben'den, bir sen geçiyor.''</i></b><br />
<b><i>Senfoni tadında geçişler dileğiyle...</i></b><br />
<b><i><br /></i></b>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-9389465260778122712018-01-16T08:05:00.003-08:002018-07-02T12:47:49.496-07:00DAR SOKAĞIN YAN DÖNÜŞÜYaklaşan vapurun sivri ucu ile ortadan ikiye böldüğü sular arkasında beyaz köpükler bırakıyor, binlerce kavuşma anına tanıklık etmiş rıhtıma gittikçe yanaşıyordu 5.45 vapuru.<br />
Rıhtımda usul usul karbonmonoksit yağıyordu. Bu gruba selam çakarcasına ben de cebimden bir sigara çıkarıp yaktım. Gözüm vapurda. Gittikçe yaklaşıyor. Onu görmeyi umut ederek aynı saatte karşısına dikildiğim kaçıncı vapur bu.?<br />
Bundan dört hafta önce, 5.45 vapurundan inerken gördüm onu. İskelenin verilmesi ile bir serçe kuşu gibi vapurdan kıyıya atlamış, küçük, rengarenk ve kenarları dantelli şemsiyesini açıp insanların arasından taş işlemeli duvarı takip eden dar sokağa yönelmişti. Onu ilk o an gördüm. Ürkek bir ceylan gibi tiriyordu. Sanki avucunda yaralı bir güvercin varmış da onu incitmemek istiyormuşcasına narin hareketlerle yürüyordu.<br />
Savunma arkasına koşu yapan bir golcü çabukluğu ile kalabalığın arasından sıyrıldım. Simitçiyi geçtikten sonra soldaki, avucunda bir avuç ekmek kırıntısı ile kuşlara muhabbetlerini sunan öğretmen emeklisi Mümtaz amcanın oturduğu bankı arkama alıp ilerledim. Dar sokağın başına geldiğimde ileriden sağa dönerken savrulan saçları pusulam oluyor, kutup yıldızı gibi dev dalgalar arasında yolumu bulmama yardım ediyordu.<br />
Bu eski sokak ilk anda fazla dikkatimi çekmemişti. Büyük taşların insan teri ile hizaya gelişi gayet nizami ve ahenkli bir tertip içindeydi. Eski İslami mimari üzere merkeze semtin camisi alınmış, hemen yanında bir mezarlık yerleşmişti. Belkide yaşamın orta yerine ölümün mabedini koymak insanlara kainatın en net mesajını vermek için düşünülmüştü;<b><i> </i></b><br />
<b><i>"Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz."</i></b><br />
Caminin etrafına yaşam alanı yuvarlak bir halka düzeni ile kurulmuş, hayat her şeyi ile devir daim üzere tasarlanmıştı.<br />
Köşeden sağa döndüğümde küçük bir çarşı çıktı karşıma.<br />
Girişte her semtin olmazsa olmazı kuruyemişci, solunda buhardan camları kapanmış bir pilavcı, rengarenk elbiseleri ile insanın içine neşe dolduran, yolun kenarında mutsuzaşıklara çiçek satan esmer roman kadınları. Oldum olası hep sevmişimdir onların müzikal samimiyetini.<br />
<br />
İlerde peşinden koştuğum mihrimâh bir daha göründü. Şemsiyesini kapattı, üstündeki suları dışarıya silkeleyip kapının girişindeki mor renkli tahtadan yapılma kutuya bıraktı. Dükkana doğru sakin adımlarla seyirttim. Demirleri yeni boyanmış vitrinin etrafını bir taç gibi saran sarmaşıklar dikkatimi çekti<br />
Yine vitrinde türlü türlü çiçekler, boy boy saksılarda sıralanıyor, rutubetli duvarların kasvetine karşı ılık bir bahar rüzgarını çarşıya estiriyordu. Çiçeklerle ilgiliymiş havası yaratarak dükkanın içine kaçamak bakışlar attım.<br />
Arkası bana dönük. Saçları düz ile kıvırcık arası bir yol haritasına sahip. Ama bunun her hangi bir kuaför elinin mahareti ile olmadığı kesin. Orta boydan biraz uzun. Beli ince, duruşu dik. Üstündeki pileli tek parça elbisesini aynalı kemer ile bölmüş. Saçları omuzlarına dökülüyor.<br />
Üstünde çiçek desenli bir önlük ve başında aynı renklere sahip bir tülbent bulunan kadın ile koyu bir sohbet halinde. Dükkan sahibi kadın solundaki rafların en üstündeki çiçeği gösterdikten sonra küçük bir merdiven yardımı ile aşağı indiriyor. Onlar çiçek hakkında sohbet ederken ben Mihrimâh'ın solundaki koltuğa bıraktığı çantaları dikkatle inceliyorum. Dışardan bir şey anlamak zor ama poşetin tutma yerlerinin incelemiş olması ve ellerindeki ince kızarıklık ağır bir şeyler olduğunu fısıldıyor. Tekrar ona döndüğümde tezgahtar kadın ile vedalaştığını görüyorum. Kendimi vitrinin yanındaki duvara doğru çekip beni görmemesi için kadrajdan çıkıyorum.<br />
<br />
Elinde poşeti, kapıdan çıkarken şemsiyesini de alıyor. Tek elle şemsiye açma işine yoğun çaba ile baş koyan kızın, diğer elindeki poşet parmaklarından kayıp düşünce içinden sıyrılan kitaplar dikkatimi çekiyor. En üstte Nazım, altında Cemal abi, iki altta Orhan Veli ve hepsinden uzağa fırlayıp ayaklarımın dibine gelen Sabahattin Ali. Canım Aliye, Ruhum Filiz yazılı kitabı yavaşça yerden aldım. Elindeki ani hafiflemeyi farkedip geriye döndüğünde göz göze geldik. Sabahattin Ali kitabını öyle şefkatle tutmuştum ki, gözlerimin içine baktı;<br />
<br />
'<b><i>'O an ölseydim dünyayı güzel bir yer olarak hatırlayacaktım, o an ölseydim dünya güzel bir yer, ben mutlu bir insan olacaktım.''</i></b><br />
<br />
Eğilip kitaplarını toplamaya başladı. Çocuğu düştüğünde hemen kaldırıp dizlerindeki toprağı elleriyle temizleyen, yarasına üfleyip küçük bir "öpeyim de geçsin" busesi konduran anne şefkati vardı gözlerinde. Hepsini tek tek düzeltip çantasına yetiştirdi. Yavaşça kafasını yerden kaldırırken önce kitapla sarmaşdolaş olan ellerimde durakları, sonra yüzüme odaklandı;<br />
<br />
-"Buyrun" dedim.<br />
+"Teşekkürler" dedi.<br />
-"Rica ederim" dedim.<br />
Sonra da nedenini bilmediğim bir telaşla arkamı dönmüştüm ki kulaklarıma çarpan bir ses tüm vücudumu kaskatı kesti.<br />
+"Pardon?"<br />
Ne olmuştu acaba, onu takip ettiğimi mi farketti? Ne diyecekti? ''Acaba mahsuru yoksa vapurdan beri adım adım peşimde olmanızın sebebini öğrenebilir miyim?'' gibi kinayeli bir soru cümlesi ile karşılaşmak şaşırtıcı olmazdı.<br />
-''Efenim'' dedim ruhumun soğuk odasından çıkan kısık ve titrek bir sesle. Aklımdaki soruya verecek bir cevap bulmak için uğraşıyordum aynı anda fakat tüm çabalar sonuçsuzdu.<br />
Elindeki Sabahattin Ali kitabını gösterip;<br />
+Sever misiniz?<br />
-Kim sevmez.<br />
+Okudunuz o halde ?<br />
-Defalarca.<br />
+Sizde kalsa ?<br />
Bir an duraksadım. Az önce karşısında darbe sonrası sorgu odası gerginliği yaşadığım siyah saçlı güzel bana bir hediye uzatmıştı. Ondan , onun elinden bir parça. Ayrıca bu bir kitap. Keşke başka bir şey isteseydim demek geldi içimden. Durdum. Daha başka isteyecek bir şeyim olmadığını farkettim.<br />
<br />
-Ama kendiniz için almışsınız?<br />
+''Ben daha önce okudum'' dedi. ince sesi yeni yıkanmış anne evi bardakları gibi keskin bir parlaklığa sahipti. ''Bunu arkadaşım için almıştım. Ama belli ki sizin ellerinizde tam anlamını bulacak.<br />
+Teşekkürler.<br />
-Rica ederim.<br />
+''Ben de size bir kitap hediye etmek isterim'' cümlesi ile başlayan konuşmamda hem bir randevu koparma umudu hemde annemden öğrendiğim komşudan gelen tatlı tabağını geriye dolu göndermek gerek felsefesinin uygulama çabası vardı. Bu şekilde giden kısa sohbetin sonuna doğru onu vapurdan inerken gördüğümü ağzımdan kaçırdım. Bu onu takip ettiğimi belirten sağlam bir kanıtın iddaa makamının eline geçmesi demekti. Yüzümün kızardığını görünce bu cümlemi duymamış edası ile;<br />
+Haftaya bugün 5.45 vapurunun demirlediği iskelede buluşalım o halde. Hem kitaplardan konuşuruz.''<br />
-Tabiki seve seve.<br />
+Görüşmek üzere.<br />
-Görüşürüz.<br />
Yüzümün kızarıklığı tavan yapmış, o ise arkasını dönüp küçük şemsiyesinin altına girip yola koyulmuştu. Köşeyi döndüğünü görünce bir sigara yaktım. Sevinçten yüzüme oturan tebessüm gitmek bilmiyor, adeta tüm sokağa manasız gülücükler saçıyordum. ''Haftaya bugün'' diyordum içimden . İşte büyük gün tanımının altını tam olarak dolduran gün. Sahi bugün neydi günlerden? Bir an gereksiz bir içsel ünlem yaşadı zihnim.<br />
Hemen sağımdaki saatçiden içeri dalıverdim.<br />
<b>-</b><i><b>Selamın Aleyküm amca</b></i><br />
<i><b>+Aleyküm selam evlat</b></i><br />
<i><b>-Amca müsaitsen bir şey soracaktım. Bugün günlerden ne?</b></i><br />
Amca bir an duraksadı. gözlüklerini burnunun üstüne kaydırıp beni yukarıdan aşağı süzdü. Haklıydı aslında. Bu soruyu soranın zil zurna sarhoş olma ihtimali ilk akla gelendi.<br />
Otur bakalım evlat dedi. Sanırım bu yaklaşımı az önce kitap güzeli ile konuşurken beni görmesine borçluydum. Ona nasıl baktığımı, yaşadığım sitres ve gerilimi görmüş olacak ki bu sorumu mazur gördü.<br />
''Buyur'' dedi tezgahın önündeki takta mavi tabureyi göstererek. Geçtim oturdum. Telaşım hafiflediğinde amcaya bakma fırsatı buldum. Orta yaşın üstünde, yaşlı denilecek yılların kıyısında idi.<br />
Saçları üstlerden dökülmüş, yanlarda ve arkada kalanlar da beyazlamıştı. üstündeki krem rengi çizgili gömleğin sağ ve sol tarafından iki adet lastik omuzlarına tutunup belinden pantolonuna bağlı idi.<br />
Gözündeki gözlüklerin yanı sıra genelde sahafların kullandığı göz çukuruna sıkıştırılan küçük büyüteç benzeri aletten onda da mevcuttu. Gözlüğünü gözünden alıp katladı ve gömleğinin sol üst köşesindeki küçük cebe koydu.<br />
+Ahmet , oğlum koş bize iki orta kahve söyle<br />
-Peki usta.<br />
Amca ile koyu bir sohbete ortak girileceği belli olmuştu. Sohbetin oluşumunda kullanılan ilk element olan kahvenin söylenmesi ile artık tüm şartlar hazırdı. Cebimdeki paketten bir sigara uzattım. ''Bıraktım'' dedi. On sene oldu çok şükür.<br />
Dükkan kapısı açıldığında elinde tepsi ile mahalle çaycısının çırağı içeri girdi. Önce bana , sonra dükkan sahibine kahvesini verip aynı sessizlik içinde kapıdan çıktı. Saatçi amca kahvesinden bir yudum alıp;<br />
+''eee evlat, kimsin ? necisin? burada ne aradın ne buldun?<br />
-Katibim amca. Ne aradığı ne sen sor ne ben söyleyeyim. Ne bulduğuma gelince ondan bende emin değilim.<br />
+''Nasıl yani?'' iyice öne gelip bana odaklandı.<br />
-''Biraz temiz hava alayım, bir çay içeyim, aldığım bol susamlı simidin yarısı benim olsun, diğer yarısını boğazın süsü martılara ikram edeyim diye sahile inmiştim. Vapur düdüklerini sesi, martıların çığlıkları, çay ve simit. Derken onu gördüm.<br />
+O kim?<br />
-Bende bilmiyorum.<br />
Amcanın şaşkınlığı artmış, kahvesinden bir yudum daha alıp meraklı gözlerini üstüme çevirmişti.<br />
+eee sonra?<br />
- Sonra düştüm peşine , bir köşe döndüm, bir simitçi geçtim , midyecinin sağından mısırcının solundan sıyrılıp buraya attım kendimi. Birde ne göreyim?<br />
+Ne gördün?<br />
-Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Orhan abi, Sabahattin Ali<br />
+Sabahattin Ali mi?<br />
-Evet amca zaten her şey onun sayesinde oldu. Oğuz abi de olsa daha iyi olurdu ama haftaya artık<br />
+Oğuz abi kim evlat<br />
-Oğuz Atay amca.<br />
Amcanın kafası iyice karışmıştı. Kapı açıldı çaycının çırağı gelip önümüzdeki kahve boşlarını aldı.<br />
-Amca bana müsaade. Ama hala cevap vermedin bugün günlerden ne ?<br />
+Perşembe evlat.<br />
-Tabi ya. teşekkürler amca Allah'a emanet.<br />
<br />
Amcanın şaşkın bakışları arasında içi türlü türlü antika saatlerle dolu dükkandan sokağa yazıldım. Montumun düğmelerini boğazıma kadar çekip şapkasını bir harekette başıma geçirdim. Akşam ezanına az kalmış,hava serinlemişti.<br />
<br />
Evimin olduğu sokağın köşesine geldiğimde karanlık şehri tamamen egemenliği altına aldı. İki yanı apartmanlarla dolu olan sokak ana caddeye göre daha sakindi. Dar olması nedeniyle fazla araba girmezdi. Bu sayede gürültüden bir nebze olsun sıyırmıştı kendini. Apartman kapısını açtım. Asansör yine bozuktu. Yöneticiye bir küfür savurup basamaklara vurdum bütün gün yürümekten sızlayan ayaklarımı. Üçüncü merdiven yokuşunun sonundaki düzlüğün solu benim eve açılan kapıydı. İçeri girdim. Işığı yakıp montumu askılığa astım. Ayaklarımı ayakkabılar içindeki mahpusluktan kurtarıp annemin aldığı yumuşak terlik içinde huzura kavuşturdum. Dar koridoru geçip sağdaki ikinci kapıdan odama girdim. ışığı açtım. Camın kenarındaki tekli koltuğa kendimi attım. Bilgisayarımı açıp arkama yaslandım.Uyku halindeki aleti uyandırıp şarkıya kaldığı yerden yol verdim. Müslüm Baba'dan çalan şarkıya eşlik eder halde mutfağın yolunu tuttum. Ocağı açıp içi su dolu çaydanlığı yerleştirim. Odaya döndüğümde camı hafif aralayıp küllü önüme çektim. Bir sigara yaktım. Biraz Müslüm baba , biraz sigara , biraz biz. Olanları zihnimde toplamaya çalışıyordum . Rüya mıydı? Ne olmuştu? Çaydanlıktan gelen ıslığa benzer ses ile mutfağa yöneldim. Kaynayan suyu demlikteki kara çay ile buluşturup tekrar ocağa yerleştirdim. Düşünmeye çay da aramıza katılana kadar ara verme kararı aldık. Gece uzun dert uzun. Vaktimiz bol yani. O gece gerçekten de maraton mesafesinde geçti.Yüz metre koşusu boyutundaki hayalleri beş bin metre kros yarışı denkliğinde hayal ettim. Belki de kendimi toparlamak için gün ışığının penceremdeki zakkuma vurmasını beklemem gerekirdi.<br />
Sabahın erken saatlerinde şehirde yükselmeye başlayan ses düzeyi uyanmam için alarm görevi görmüştü. Bütün gece rahat uyuduğum söylenemezdi zaten. Dün yaşadıklarım aklımdan çıkmıyor, mutluluğun yanında bazı soru işaretleri de kafamda Sivas karşılaması oynuyordu.<br />
Adı neydi? Doğru ya adını bile sormamıştım. Ama o da benimkini bilmiyordu. yani skor hala 0-0.<br />
Ondan elimde kalan çiçek sevgisi, Sabahattin abi ve 5.45 vapuru idi. Yatağımdan doğruldum. Masanın üstündeki sürahiyi alıp camın kenarında duran zakkuma günaydın suyu verdim. Ardından aralık olan pencereyi tamamen açıp temiz hava ile dolan odadan mutfağa geçtim. Ocağın altını yaktım bir kahve yapacak kadar suyu kaynamaya bıraktım. Akşamki çayı da tam içmemiştim zaten. Böyle huylarım vardı . Koca bir demlik çayı aşk ile demler, bir bardak içip bayatlamaya bırakırdım.<br />
Odaya döndüğümde gözüm sigara paketimi aradı. Her zamanki yerinde yatağımın sağında duran tahta komodinin üstünde duruyordu. Fazla yeni olmamakla beraber dört çekmeceden ikisi siyah , ikisi beyaz renk kombini ile yıllardır benimleydi. Uyku moduna geçmiş bilgisayarı uyandırıp Müslüm Gürses şarkısını gece kaldığı yerden başa sararak dinlemeye devam ettim.<b><i> ''Ateş donar su yanar, benim yerimde olsa'' </i></b>diyordu baba. Arafda kalmıştı belli. Ben de baba dedim. Çalışma masamın sol köşesinde duvarda asılı olan Müslüm Gürses posterine bakıp ince bir selam çaktım. Müslüm babanın sağ üst köşesinde Muhammed Ali Clay ''Hayal gücü olmayan insanın kanatları yoktur'' sözünün yazılı olduğu posterden bana laf atıyordu. . ''The Müslim Tiger Muhammed Aliii'' diye seslendim . odanın içinde yayılan sesim mutfaktan gelen ıslıkla çarpıştı. Mutfaktan elimde kahve fincanı ile geldiğimde uykum biraz daha açılmıştı.<br />
Daha yüzümü yıkamadan kahve ve sigara içip uyanmak en sevdiğim hobimdi. Kuru gırtlağımdan ilk bunların geçmesi, o sırada nefes almada yaşadığım zorluk bana yaşamanın kıymetini anlatıyordu adeta. Çalışma masam evin en düzenli yeriydi. Bilgisayarım koltuğa yakın sol köşede yer etmişti kendine. Sağ duvara bitişik köşemde daktilom vardı. Sık sık yazılar yazar, yazdığım yazıdan çok daktilodan çıkan tuş seslerinin musikisine dalardım. Yine duvar dibinde içi rengarenk kalemlerle dolu kalemlik ve yanında bir deste not kağıdı dururdu. Okuduğum kitaplardan sevdiğim cümleleri bir define bulmuş edası ile o not kağıdına yazar, destenin en altına koyardım. Saat 9'a gelirken boş kahve bardağını masaya bırakıp giyinmeye başladım. Önümde ona kavuşmak için geçmem gereken altı gün vardı.<br />
Kendimi sokağa attığımda şehir haftanın son günü keşmekeşine kendini kaptırmış, herkes bir yerlere koşuşmaya başlamıştı. Hava açık , ama fazla bunaltıcı değildi. Evden çıkarken giydiğim ceketimi çıkarıp koluma astım. Durağa geldiğimde yaklaşan ilk dolmuşa el edip atladım ve nereye gittiğini sorgulamadan yola koyuldum.<br />
Bir hafta gayet sıradan ve bu günü düşünmekle geçmişti. Vakit geçirmek için yataktan çıkmadım öğlenedeğin.<br />
<br />
Kalktım. Her zamanki kahve ve sigara seremonisini gerçekleştirip giyinmeye başladım. İlk defa gömleğimin ütüsüne bu kadar özenmiştim. Neydi bu özenin, tatlı telaşın ve onun için yaptığım her şeyi daha iyi yapma isteğinin sebebi? Gömleğimi ütüsünü bozmamak için büyük dikkatle giydim. Aslında nafile bir dikkati bu, İstanbul gibi bir şehirde ütü bozmadan yolculuk edebilmek bir bomba imha ekibi titizliği istiyordu.<br />
<br />
Kapıya indim. Sakin sokağımı hızlı adımlarla geçip ana yola çıktım.Bir taksi durdurup her şeyin başladığı vapur iskelesine doğru yola koyuldum.<br />
<br />
Fazla yoğun olmasa da hızı kesmeye sebep olan bir trafik akışı vardı. Ama ilk görüşmede çuvallamamak için her tedbiri almış, erkenden yola çıkmıştım. Saat daha üçe yaklaşıyordu. Taksiden az bir yol kala inip yürümeye başladım. Kalabalık sokaklarda insanların arasından sakince süzülüyor, dikkatimi onunlayken ne yapacağım sorusundan başka şeye veremiyordum. Sahile ulaştığımda vapurdan inenleri en rahat gören banka geçip cebimdeki kuruyemiş paketinden bir avuç aldım. Güneşi gören martılar daha neşeli uçuşuyor, insanlar eşleri ve çocukları ile parklara, pikniklere gidiyor, akşamdan kalma olduğu çok belli olan, karısı eve almadığı için gece çimenlerde yatan dayı uykusunu koluna takmış sahilde turluyor, genç delikanlı sevgilisine pamuk şekeri alırken ucundan bir parçayı kendi boğazına düğümlüyor, liseli sevgililer on yedi yaşın verdiği dayanılmaz neşeyi yüksek voltayda tatmayı ihmal etmiyordu.<br />
<br />
Boğaz kenarında balık ekmek satan teknelerden neşeli Karadeniz türküleri yükseliyor, şehir adeta bizim ilk buluşmamızı kutluyordu. Ona getirdiğim kitaba baktım. '<b><i>'Albayım beni Nezahat ile evlendir''</i></b><br />
<br />
Saat 5.40. Vapurun düdüğünden gelen ses duyuldu, daha uzakta olmasına rağmen onu görmek umudu ile gözlerimi kıstım. O kalabalıkta imkansız olsa bile deniyordum. Vapur şoförü her zaman yaptığı gibi ustaca bir manevra ile iskeleye yaklaştırdı. İçeriden atılan iki genç deli kanlı vapurun iplerini , yıllardır iskele betonuna gömülü halde bekçilik yapan büyük demirlere bir gemici düğümü ile bağladı. Onun inmesini beklerken elimdeki kitapta onu okuyacağım kısmı ezberimde tekrarladım. Aslında unutmuş olmam imkan dahilinde değildi. Bu kitabı okurken o kısmı görüp çalışma masamda misafir ettiğimden bahsettiğim not kağıdına karalamıştım.<br />
<br />
O iniyordu. <i>Sanki göçmen bir kuş yıllar sonra yuvasına döner gibi geliyordu</i>. Gözlerim öyle bir dikkatle odaklandı ki, onca kalabalıkta yalnız onu görüyor, sağından ve solundan geçenleri Rtük mozaiği varmış gibi sansürlüyordum.<br />
<br />
Acaba bana kaderimin bir oyunu muydu bu ? Olması muhtemel. Oğuz Atay'ı gecekondusunda anlaşılmaya mahkum bırakan kader bize neler yapmazdı.<b><i> </i></b><br />
<b><i>''Aşk örgütlenmektir, bir düşünün abiler'' </i></b>dedi Ece Ayhan. Ondan aldığım hızla ona doğru adımladım. Her şey ağır çekim akıyor, ay parçası yüzü gittikçe yaklaşıyordu. Ve sonunda karşı karşıya geldik;<br />
<br />
+''Merhaba' dedi nazikçe zarif ve ince ellerini uzatıp.<br />
<br />
<b><i>-''Sen bana evet dersen ben baştan aşağı mutluluk olurum. Meftun olurum. Bırakırım şairliği. Zaten şairlik mutsuz adam işi. Hem senin yüzünden güzel şiir mi var?''</i></b><br />
<br />
Duraksadı bir an. Beklemiyordu böyle kontra bir girişi. Aslında ben de beklemiyordum. Gülümsedi.<br />
Sustum. Elimi yürüyelim manasında bir hareketle sahil yoluna doğru uzattım. Kısa bir yürüyüştü. Hiç konuşmadık. Çay bahçesine oturduk. O elinden ince kenarları dantelli eldivenlerini çıkarıp iç içe koyduktan sonra çantasının içine attı. İki çay dedim. Biri demli. Ben de iç cebimden çıkardığım kitabımı masaya koydum. Gömleğimin üst cebinden sigara paketimi çıkardım. Göstererek sorun var mı ? dedim. Hayır dedi. Bir sigara yaktım. Kitabı göstererek ;<br />
+''Bana mı?'' dedi.<br />
-''Evet'' dedim.<br />
Kısa ve kesin bir bakış attıktan sonra;<br />
+İlhami Algör . Severim.<br />
-Daha önce okudun mu?<br />
+Bu kitabı değil.<br />
-O zaman Fakat Müzeyyen bu derin bir tutku?<br />
<br />
Evet anlamında tatlı gülümsemesi ile cevap verdi.<br />
Üstünde dumanı ile çaylarımız geldi. Şekeri uzattım,kullanmıyorum dedi. Ben iki tane attım. Kitaba uzandı. Arada ayracın olduğu sayfayı açtı. O okumaya başlamadan ben seslendirdim.<br />
<br />
<i><b>+''Sende bu ad oldukça istersen sıfır numara kel, istersen at kuyruklu olurum. İnce bıyıklı, tek dişi altın olurum. Meftun olurum meczup olurum. Uzaklara bakarım, çıtımı çıkarmam.Nasıl söyleyeceğimi bilemem , susarım. Susmak üzerine konuşmak gerekirse beni çağırırlar, oturur susarım. Dolmabahçe saat kulesiyle, Çırağan sarayıyla konuşurum. Duvarlara yazılar yazarım gizli gizli;''Albayım, beni Nezahat ile evlendir.''</b></i><br />
<br />
Sustum. Kitabı kapatıp önüne koydu. Konuşma boyunca gözlerime kenetlediği gözlerini yavaşça kaçırıp çayından bir yudum aldı.<br />
Boğazın tuz kokusu ciğerime doluyor. Martılarda ahengle uçuyordu.<br />
<br />
<b><i>'' Kuşlar bile kaderle uçar. Evvela kader, evvela kısmet'</i></b>'<br />
<br />
Sohbetimiz güzel akıyordu. Ben ona kitaplardan sevdiğim kısımları okuyordum. Onun örnekleri biraz daha şiir kökenli oluyordu. Nazım'ın Piraye'ye aşkına gelince;<br />
<i><b>+''Yıllarca hapisden mektuplar yazmış ona'' dedi.</b></i><br />
<i><b>-''17 yıl'' dedim.</b></i><br />
<i><b>+''Kim bilir kaç mektup?'' dedi.</b></i><br />
<i><b>-''518'' dedim.</b></i><br />
Verdiğim net bilgiler hoşuna gidiyor, beni bir edebiyat kurdu gibi görüp , şiir yazar gibi, Atilla ilhan okur gibi dikkatle dinliyordu. Ama bu durumum ukalalık ile özgüven arasında ince bir çizgiydi ve her an düşebilirdim.Rotamı ona kırıp;<br />
<b><i>-Biraz geç kalınmış bir soru ama , adınızı öğrenebilir miyim?</i></b><br />
<b><i>+Firdevs. Sizinki ?</i></b><br />
<b><i>-Sait.</i></b><br />
<b><i>+Memnun oldum.</i></b><br />
<b><i>-Bende.</i></b><br />
Sohbetimiz bilmediği denizlere açılmış acemi bir kaptan tedirginliği ile yavaş ve garantici olarak devam ediyordu. Risk almaya korkmakla beraber gittikçe sorular cürretkarlaşmaya başladı.<br />
Birbirimizi tanımaya çalışıyorduk ama ikimizin de yaraları hala sızlıyordu, bu çok açık. Belkide tedirginlik bir yarayı daha kaldıramayacak olmamızdan geliyordu. İnce gerdanına dolamış olduğu eflatun fuların altından sarkan kolyeye baktım. Şık bir Osmanlı Tuğra'sı idi. Altın renkli zincire bağlıydı. Uzun, kalın iplerle iskeleye kelepçelenen vapur geldi aklıma. Sorduğumda annesinin hediyesi olduğunu, ona da rahmetli babasının aldığını söyledi. Pek değerli bir paça olmasa da onda anısı büyükmüş. O bana soruyor bende kısaca özet yapıyordum. Ona fazla soru sormamam dikkatini çekmiş olmalı ki senin merak ettiğin bir şey var mı? diye arada yokluyordu. Aslında pek soru sormayı sevmezdim. Bakarak anlamak, kendi gözümle yorumlamak daha gerçekçi geliyordu. Parmağı dikkatimi çekti. Sağ elinin baştan üçüncü parmağı, insan elinde en uzun olan, beyaz bir halka vardı. Belli bir yüzük izi. İçim cız etti bir an. Acaba kapatmaya çalıştığı yasasının izi miydi bu? Eski bir sevgili ya da nişanlı? Belkide kendi arasında verdikleri bir sözün nişanesi. Sormadım. Ama o anlamış gibi.<br />
<i><b>+Anneannemden yadigardı. Beyaz küçük taşlı, ortası işlemeli zümrütten bir yüzük. Yıllarca neredeyse çıkarmadan taktım. Son yıllarda ise sadece hastanede çıkarıyordum.</b></i><br />
<i><b>Bir an içim rahatladı. Ama hastahane ? Sormadan onu açıklamaya da girmişti bile.</b></i><br />
<i><b>+Ben hemşireyim dedi. İndiğim vapurun geldiği yerde özel bir hastanede çalışıyorum. Biraz uzak düştü ama n'apalım kısmet nerede ise artık. Sorun olmasın diye mesai başında çıkarır dolabıma koyardım. Seninle tanıştığımız gün işe gittiğimde elimde olmadığını farkettim. Ayten ablaya sordum ama o da görmemiş.</b></i><br />
<i><b>-Ayten abla?</b></i><br />
<i><b>+İlerideki çarşıda dükkanı var çiçekçi. Hatta seninle onun kapısında tanıştık. Unuttun mu ?</b></i><br />
Nasıl unutabilirdim gibi. Kapı numarası bile aklımda. Orası hayatımın değişme noktası. Orası benim mabedim.<br />
<br />
Gelip giden çayların sayısı unutulmuş, saat kavramı mantık dışı kalmıştı.Ayrılık vakti geldi. ''Seni bir daha görebilecek miyim ?'' dedim. ''Kısmet'' dedi. Yüzüm ekşise de belli etmemeye çalıştım. Beynim net bir cevap almak istiyordu. Unutma sevgili okur;<i><b>''İnsan egosu ucu açık şeylere karşı tahammülsüzdür.''</b></i><br />
Tokalaşıp vedalaştık.Yavaş yavaş sahil yolundan kayboldu.<br />
Daha sonra üç hafta görmedim onu, ama görmek için çabaladım. Her gün 5.45 vapurunu bekledim, inmedi. Saatlerce Ayten ablanın çiçekçisi önünde pusuya yattım, gelmedi. Saatçi amcayı gördüm. ''Evlat'' dedi. Bugün günlerden ne ? Artık önemsiz dedim , sustum.<br />
Bugün tam üç hafta sonrası, perşembe. Sabahattin Ali'yi hala ceketimin cebinde taşıyorum. İlhami Algör hala zihnimde. Ben hala 5.45 vapurunun demirlediği iskelenin karşısındaki bankta, elimde sigara, cebimde kuruyemiş paketi, gözüm martılarda. Firuzan yok.<br />
Artık çekildi ayaklarım iskeleden. Onu takip ettiğim çarşıdan geçtim, oturduğumuz çay bahçesinde iki demli çay içtim. Son kez dönüp baktım denize;<br />
-''Görüşürüz" dedim.<br />
+"Ne zaman abi?" dedi<br />
-''Öğrenemedin gitti'' dedim. ''Haftaya, 5.45 vapurunda.<br />
<br />
<b><i>''O benim dünyalık düşünceleri terkettiğim günün nişanı idi. Evet terk etmek..</i></b><br />
<b><i><br /></i></b>
<b><i>Unutma; gün geldiğinde tüm insanları terkedeceksin, insanlar buna ölüm der. </i></b><br />
<b><i>Sen ise doğum dersin.</i></b><br />
<b><i>Doğudan kızıllıklarla doğmak dileği ile.</i></b><br />
<b><i>Senfoni ile kalın.</i></b><br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-77105765116699635052017-11-30T06:52:00.002-08:002018-07-02T12:48:40.591-07:00LİSÂN-I HÂL'İM HAKKINDA BAZI MÜLAHAZÂTI ŞAMİLDİR<div style="text-align: center;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjMjpM4vkep_xd1RLT3qbUplcrQJ3geYbVWrDoOslr8jAuyMYiddqbXfeV2aIcRDuw5Smel64LwyeW7HoXgqsmeP0UGWqkLXktF1m2W13o7emYw1F0IOzhTxjEJDpsEiYNaVvGiUdTrq_8/s1600/Galaxsi+s7+edge+res%25C5%259F+202.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="435" data-original-width="720" height="193" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjMjpM4vkep_xd1RLT3qbUplcrQJ3geYbVWrDoOslr8jAuyMYiddqbXfeV2aIcRDuw5Smel64LwyeW7HoXgqsmeP0UGWqkLXktF1m2W13o7emYw1F0IOzhTxjEJDpsEiYNaVvGiUdTrq_8/s320/Galaxsi+s7+edge+res%25C5%259F+202.jpg" width="320" /></a></div>
<b><i><span style="text-align: center;"><br /></span></i></b>
<b><i><span style="text-align: center;">Lisan-ı Hâl'im Hakkında Bazı Mülahazâ</span>tı Şamildir.</i></b><br />
<div style="text-align: center;">
<br /></div>
Köşebaşı, sokak ve ayna. Temasal bir muamma. Karışık yolların sinyalsiz dönüşlerinde altyapı yetersiz. Tabelalar ters yöne dönmüş, umuda çıkan her yolun ucunda bir çıkmaz sokak. Çıkmazlar arasında sözler ağızdan çıkmaz. Kaşlar çatılır. bilekler kanar, tırnak uçları avuçları eşer. Bu yolların sürekli başlangıç noktasına çıktığı bir sokak. Aslında bütün alem bir çıkmaz sokak.<br />
Kafka'nın edebiyat için avukatlığı bıraktığı yaşta, kırık uçlu kurşun kalemim ve ben, gözler sönük ; uçlar kırık.<br />
Mantıksız kuramlara tez yazıyorum. Ki ben aklımın son kırıntısı ile martı doyurdum , kalıyorum. En son kalmam gereken yerde , dar sokaklarla kaplı şehrin son çıkmazında, demir attığım limanların ıslak lodosunda , duruyorum.<br />
Yazıyorum,durup siliyorum. Evet yazdıklarımı sildiğim çok oldu ; lakın hiç bir sildiğimi yeniden yazmıyorum.<br />
Örnekler çoğaltıyorum zihnimin ölü denizinde, Da Vinci diyorum ; MonaLisa'nın dudaklarını 12 senede boyayan Da Vinci ve benim gözlerimi 12 saniyede boyayan nefret . Sanata yeterli değer verilmiyor. Biliyorum.<br />
<br />
<i><b>Bildiklerimden dolayı yorgun, bilmediklerime dargınım susuyorum.</b></i><br />
<br />
Kalemimin ucu zehirde, parmaklarım keskin, dilim antibiyotik. Sansürlenen dualarım ve apaçık yayımlanan küfürlerim yan yana. Rtük kararsız. Taşeron kalpler paravan duygularla temas halinde, kurduğum her cümleden yardım fonlarına vergi aktarılıyor. Postmodernite hapiste, varoluşçular açık görüşe geliyor.<br />
Ağzımda taşıdığım nadide kelimelere kurtlar göz koymuş, konuşsam dökülür incilerim, sussam dil razı değil; durgunum<br />
<br />
Gölgeden güç alan tefeciler güneş satıyor, yollarda ölü canbazlar, gergin iplerde körler dans ediyor, Kadıköy'de sokaklar kaygan, yayalar araç trafiğine izin vermiyor. Işıklar kırmızı, kimse durmuyor.<br />
<br />
Senin adını anmamak tek şartı yaşamanın, her şiirimde gizli öznede ikamet etmektesin, gizli duygularda gizli özneler açığa vuruyor kendini, gözlerim seyiriyor, benzetmelerim süslü, sonuç berrak, gözlerin olay örgüsünü ele veriyor.<br />
<br />
<i><b>İLAN;</b></i><br />
<i><b>Gizli öznelerle dolu dünyada, saf duygulara maske aranıyor...</b></i><br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-17903505097035712932017-11-24T07:46:00.001-08:002018-07-02T12:49:21.573-07:00VARIYORUMBiliyorsunuz, ne zaman yepyeni bir atılıma hazırlansam her seferinde yere serildim. Yine yere serilmeye gidiyorum, bunu yüreğimin en derinlerinde hissediyorum.<br />
Her şeye rağmen, her şeye karşı, bu sefer bir parça daha umutluyum.<br />
<br />
Daha cürretkâr gidiyorum korkularımın üstüne,küfürlerim daha içten, dualarım daha tutkulu.Son yaram yeni kabuk bağlamış.Kaşlarım daha olgun bir ''çatıklık'' halinde.Yumruğum daha sıkı, dişlerim kenetli.Adımlarım sabit bir tempoya teslim.Gitmek eyleminin gölgesinde,varıyorum.<br />
Her zamanki umutsuz kapının önündeki paspasa hayallerimi silmişim. Düşmeye meyilli dik merdivenlerden iniyorum.<br />
<br />
<i><b>İçimdeki son umut kırıntısı ile güvercin besledim,varıyorum. </b></i><br />
<br />
Can Yücel şiiri sertliğindeki soğuk duvarlara başımı yasladım, duruyorum. Yosun kokusunda iç çekerek menekşeye bakıyorum. Güneşin doğuşuna gidip kaybolan yıldızlara Fatiha okuyorum;<br />
<i><br /></i>
<i>''Uçmayı bilmeden göçmeye zorlanmış bir kuş gibi,</i><br />
<i>hatalı ofsayt bayrağı ile nizami golü iptal edilmiş futbolcu gibi,</i><br />
<i>nefret ettiği baldızını kurtarmak için beş kurşun yiyip ölen Süleyman Çakır gibi,</i><br />
<i>Maçın son kornerinde karşı kaleye koşan kaleci çaresizliği gibi,</i><br />
<i>Alex'in heykeli dikildikten bir hafta sonra kulüpten yollanması gibi,</i><br />
<i>Edip Cansever'in en yakın arkadaşının karısı Tomris Uyar'a aşkı gibi;</i><br />
<b><i><br /></i></b>
<b><i>varıyorum...</i></b><br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-64154879582921101442017-11-17T09:53:00.002-08:002018-07-02T12:49:48.782-07:00TAM BİR KAYBEDEN İNSAN PORTRESİ<div style="text-align: center;">
<b><i><br /></i></b></div>
<div style="text-align: center;">
<b><i><br /></i></b></div>
<div style="text-align: center;">
<b><i><br /></i></b></div>
<div style="text-align: center;">
<b><i><br /></i></b></div>
<div style="text-align: center;">
<b><i><br /></i></b></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi7PlI0q5DAXz2IWIe5ieKbSk3_QJVLCjCoR13PuNfrd0qJMJ7WAYkbpTvH6m0fJg8fmxMDc_GL_9dnJSbtwY4R1Wniv4qCsayc1czREtunVlk2fp2YDdKzap3k2hQgG4jaoZeMrengl4k/s1600/kaybedenler-kulubunu-hatirlatan-insanimiz_780x438-33xn20i7i1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="438" data-original-width="780" height="356" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi7PlI0q5DAXz2IWIe5ieKbSk3_QJVLCjCoR13PuNfrd0qJMJ7WAYkbpTvH6m0fJg8fmxMDc_GL_9dnJSbtwY4R1Wniv4qCsayc1czREtunVlk2fp2YDdKzap3k2hQgG4jaoZeMrengl4k/s640/kaybedenler-kulubunu-hatirlatan-insanimiz_780x438-33xn20i7i1.jpg" width="640" /></a></div>
<div style="text-align: center;">
<b><i><br /></i></b></div>
<div style="text-align: center;">
<b><i><br /></i></b></div>
<div style="text-align: center;">
<b><i><br /></i></b></div>
<div style="text-align: center;">
<b><i><br /></i></b></div>
<div style="text-align: center;">
<b><i><br /></i></b></div>
<div style="text-align: center;">
<br /></div>
Elde yeterli umut bulunmadığı için taslaklara kaydettiği hayallerinin gölgesinde eski evinin tahta kapısını araladı. Yağmur sonrası insan telaşı kokan sokakta kediler volta atıyor, taşların arasında biriken yağmur damlaları durgun denizlerin sessizliğini taşıyordu. Ayakkabılarını bir çırpıda ayağına geçirip paçalarını üstüne yorgan misali örttü. En ufak bir rüzgarın geçişine mahal vermeyecek şekilde düzeltip doğruldu. Uzun boynunu geniş omuzlarına astığı paltosunun yakaları ile siperledi. Sabahın soğuğu aldığı her nefeste dışarı dumanlar veriyor; ayaz, ellerini derin ceplerine sokmaya mecbur bırakıyordu. Kısa bir bakışla sokağın genel hatlarını inceleyip yürümeye koyuldu. Bir kitap, birkaç kağıt parçası ve dergiyi kolunun altına tutturmuştu. Rüzgardan korunmak için hafif öne eğdiği kafasında bir şapka, onun altında ise bir çift yorgun göz vardı. Ne kadar saklamak istese de nafile; uykusuzluk çocuksu gözlerinde kendini ele veriyor, savunmayı imkansız kılıyordu.<br />
<div>
Her gün geçtiği yolu ezbere adımladı.</div>
<div>
Sokak dar ve uzun, binalar yüksek ve bitişik , Duygularının havasızlığından sebep bir rutubet içindeydi. Kaygılı ama umursamaz, </div>
<div>
yorgun ama dirençli, küskün ama samimi.<br />
<br />
<b><i>Tam bir kaybeden insan portresi.</i></b><br />
<b><i><br /></i></b>
Ayakları geriye sürükledikçe itti heyecanını, son düzlükten köşeye dönerken aldığı nefes sayısı dolar bazında yükseliyor, sakinliği borsada düşüşe geçiyordu.<br />
Terzinin tabelası göründüğünde duraksadı; paltosunun yakalarını iyice kaldırıp şapkasının ucunu indirdi. Olabildiğince saklanma isteğiyle fark edilme duygusu savaşıyor, karamsarlık ağır basıyordu.<br />
Onu görmek ile gözardı etmek arasındaki kar-zarar tablosu çözülemez bir hal almıştı. Görmek için uykularını feda ettiği her gecenin sabahında, görmenin içindeki kabuk bağlamış yaraya attığı çentik ruhunu kana buluyor, acısını sonsuz, derdini dermansız kılıyordu.<br />
<br />
Soluyordu ona benzettiği her çiçek, her ölüm onu görememenin acısını hatırlatıyor, her kurşun eritiyordu dermanını. Şarkılar anlamsız bir acı, kitaplar baş tacı oluyor, kısa süreli terapilerle onu alıyordu bu girdaptan. Gökkuşağı renksiz, siyah-beyaz filmler fosforlu geliyordu gözüne, Mistik duygularda yürüyordu sokakları. Kulağında hep aynı aşk şarkıları, dualar, küfürler ve temenniler.<br />
<br />
<b><i>Biraz zaman geçsin her şeyi unutacaksın dedi akıl, biraz zaman geçsin her şey seni unutacak dedi kalp. Ve her tartışmanın başucunda kararsız kalan bir beden.</i></b><br />
<br />
Her iyiyim dediğinde yutkunması on saniye sürüyor, boğazındaki yumruk git gide sertleşiyordu. Tüm bu gecelerin sonunda uykuya hasret bir çift göz kalıyordu geriye. Yorgun, kahverengi ve derin. İçinde boğulduğu derinlik gözlerine işlemiş, yutuyordu anlamsızca bütün kelimeleri.<br />
Yürüdü, terzinin camının önüne gelirken bakmak için hafifçe zorladı gözlerini. Tam karşıda camın kenarında oturan can acısı ondan habersiz, o ise umutsuz geçerken sokaktan göz göze geldi acısıyla. Gülümseyerek selam veren sevdasına baktı. Sahte bir gülümseme yolladı tüm acısının siperine. Göz göze geldikleri an dünya bir dakikalığına güzelleşti;<br />
<b><i><br /></i></b>
<b><i>''Sokaklar çiçeklendi, bulutlar dağıldı, enfilasyon düştü, borsa duruldu, asgari ücret iki katına çıktı, harç paraları kalktı, hafta sonu tatili beş güne çıktı, işsizlik azaldı, kansere çare bulundu, Çernobil patlamadı, Hiroşima bombalanmadı, Müslüm Gürses ölmedi, Hitler hiç yaşamadı...''</i></b><br />
<br />
<b><i></i></b>Ve daha nice kaygılar çıktı yaşamın akışından, onun gülüşünde kavgalar bitti. O hiç sevilmediği kadının gülüşünde yürüdü uykusunu kurban ettiği acısının evlendiği adamla açtığı terzinin önünden. Bir kere daha acısını bastırmayı öğrendiği bu sokakta, umutsuzluğa bir taş daha koydu. Yıkmak istediği duvara bir balyoz daha vururcasına yutkunup, derin gözlerinin karanlığında ilerledi yoluna. Onun üzerine giydirdiği kelimelere bir yenisini daha ekledi adam,;<br />
<br />
<b><i>Dildâr dedi. Birinin gönlünü çalmış sevgili.</i></b><br />
<br />
Senfoni tadında yutkunmalar dileğiyle</div>
Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-87687382788593373612017-10-17T13:29:00.000-07:002018-07-02T12:50:07.445-07:00MERDÜMGİRİZTalihini kovalarken eski bir Mısır piramitinde kaybolan ümitler, yolları paslanmış korkular salıyor etrafa. Merdüm diyorum. Genç delikanlı. Yolların müptelası, asırlık umut bekçisinin hancı olduğu dünyada, basit goller yemiş amatör lig kalecisi. Ne uzayan ne kısalan eşek kuyruğu. Olduğu yerde dönüp duran atlı karınca, dünya yuvarlak olsaydı gidenler geri gelirdi diyen mahalle arası filozofu. Merdüm diyorum; ıslak tütünlerin koyu dumanı. Merdüm diyorum; kaşları kara orta anadolu ayazı...<br />
Merdüm diyorum; son kullanma tarihi geçmiş acıların geri iadesi. Merdüm diyorum giriz. İç burkan gazellerin girizgâhı. Merdüm diyorum; giriz. Evden çıkmaya üşenenlerin hiç kullanmayacağı dünya atlası.<br />
Merdüm diyorum; utangaç delikanlı, gözleri iri ve siyah , saçları dalgalı. Merdüm diyorum; giriz. Aslında "Merdümgiriz". Farsça dil dağarcığının parçası.<br />
<i><u><br /></u></i>
<i><u><br /></u></i>
<i><u>"Merdümgiriz; Kalabalıkları sevmeyen, insan içine çıkmaktan hoşlanmayan, insanlardan kaçan kimse. Farsça kökenli bir kelime. Insan manasına gelen " Merdüm" ile kaçmak manasına gelen " giriz" kelimesinin birleşiminden oluşur." </u></i>Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-89302671500009264982017-09-11T05:02:00.000-07:002018-07-02T12:51:23.787-07:00KALDIRIM MÜHENDİSLİĞİSevdiğim yardım et bana, sustuğum vakit konuştuklarımdan fazlasını anla...<br />
Kapımın önünden günlük rutin hayatıma açılan sokağa hayalini konduruyorum. Her detayını zihnime ince ince işlediğim varlığın kolaylıkla canlanıyor yüzümde. Zorlanmadan hasretle yad ediyorum her bir hücreni. Köşedeki eski binaya rengarenk çiçekli bir sarmaşık karalıyorum. Topraktan yükselip tahta duvarlara sarmış, paslı balkon demiriyle sarmaş dolaş bir ilişkiye yelken açmış dallarda, bin bir çeşit çiçek açtırıyorum. Her çiçeğin kokusu burnumu sarmalarken senin kokunu hepsine baskın kılıyorum.<br />
Yağmur sonrası sessizliği serpiyorum sokağa. Duracağın yerdeki kaldırım taşlarını teraziye alıyorum. Sırtını verdiğin duvara işlemeli tahtalar karalıyorum.<br />
Beyaz keten bir elbise karalıyorum üstüne. Omuzları açık, ince belinde kıvrılıp vücudunun her hattına sahip çıkan , sana her temasında beyazlığına aydınlıklar katılan bir elbise...<br />
Saçların kendine has , kültürel miras listemde ilk sırada bulunan kıvırcıklığı ile ince boynundan dökülüp omuzlarına dokunuyor.<br />
Özdemir Asaf kafiyelerinden bir kolye takıyorum gerdanına sessizce. Cemal Süreya'nın Zuhal'e mektuplarını kulaklarına küpe yapıyorum. Küçük gözlerine seni ilk gördüğüm gün tanıştığım yuvarlak gözlüklerini iliştirdim . Güzel yüzünün her hücresine umulmaz bakışlar bırakıyorum.<br />
Insan elinin kimyasal deneyleri ile oluşmuş hiç bir makyaj malzemesini yakıştıramıyorum sana. Teninin kendi beyazına damlatıyorum mavi hayallerimi. Içimden gelse de telli duvaklı gelinlikler kuramıyorum düşlerimde. Hayalgücüme sansür koyacak kadar işlemişim zihnime senin benimle imkansızlığını. Hayallerde bile yanıma karalıyamıyorum seni. Ancak izleyeceğim güzel bir yere yerleştirmeye güç yetiriyorum .<br />
Alıp çiçeklerin sardığı işlemeli duvarın önüne koyuyorum seni. Bastığın yerlerde filizlenen papatyalardan taç yapıyorum ipek saçlarına. Kokun gök kuşağı gibi çevreliyor pencereleri. Beyaz elbisenin ince beline benden önce sarılması fikrini kenara bırakıp aynalı bir kemer karaladım. Dizlerinde biten elbisenin ortasından vücuduna sarıyorum.<br />
Beyaz pabuçlar çiziyorum ayaklarına. Papatyaların bile yaralamasından korkuyorum seni. Çorapsız bırakıyorum elbiseni. Vücuduna eklenecek her fazlalığa düşmanlığımı ilan ediyorum.<br />
Gönüldesin sen, akıldasın, baştasın. Annemin babamın gönlünü çaldığı yaştasın.<br />
Sokaktaki bütün taşları söküyorum papatyalara daha çok yer açmak için. Çiçekli evin duvarında, beyaz elbisen ile, papatyaların üzerinde bana bakıyorsun. Gözlerin en çok bana bakarken güzel, ben ise senden başkasına bakarken görme bozukluğu çekmekteyim.<br />
Seni hayallerimde bile uzaklarda severek günüme başlıyorum. Gün boyu hayalini saklıyorum aklımın vitrininde.<br />
Ben kurduğum düşler de bile seni uzağıma kazıyorum.<br />
Ayağına papatyaların değmesi dileği ile.Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-85562127900814319482017-09-03T01:28:00.000-07:002018-07-02T12:51:51.645-07:00PAPATYAYI SEV, ŞİİRİ KORU<b><i><br /></i></b>
<b><i><br /></i></b>
<b><i><br /></i></b>
<b><i><br /></i></b>
<b><i><br /></i></b>
<b><i><br /></i></b>
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjdXovMlh4YmoQhz-AYODXxrZphVEzrK3bdUWzzELH8mwgLj2DHIzHkLeJlCZhzF1dpTqPrNeria5bk4XV7UOqPcCthhgT9QJdfGbPF6v4_qIUii36ahJwoXqUtQjv61o5RHzllQM02KrE/s1600/indir.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="145" data-original-width="348" height="133" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjdXovMlh4YmoQhz-AYODXxrZphVEzrK3bdUWzzELH8mwgLj2DHIzHkLeJlCZhzF1dpTqPrNeria5bk4XV7UOqPcCthhgT9QJdfGbPF6v4_qIUii36ahJwoXqUtQjv61o5RHzllQM02KrE/s320/indir.jpg" width="320" /></a><b><i>Birini sevmeye başlayan insanın dünyası git gide tenhalaşır...</i></b><br />
<br />
Bir insana gönül vermek, gönlündeki bahçeye almak, tutmak tüm hücrelerinden , umuda senetler imzalamak ve boş hayallere reçeteler sunmak. Birine aşık olmaktan zor olanı onu bu sevgiye ikna etmek aslında. Karşındaki kırılmış, yorulmuş, kaybetmiş ve savaş sonrası Avrupa yıkımındaki sevmeye korkan gönüle ,aşkı tekrar sokmak... Hayal kelimesine tövbe namazları kılan bir insana hayal kırıklığını unutturmak.<br />
Yaşanmışlıkların kırdığı düşlerle sıra gelen hayatımız, geçmişten ders almasa da , geçmişin yıkıkları üzerine yeni lunaparklar kurmamıza izin vermiyor. Düşlerimize saplanan şarapnel parçaları hayati noktada olduğundan çıkarıp atamıyoruz. Geçmişten hem kaçıyor hem tam hayatımızın ortasına bağlıyoruz. Zıt kutuplarız seninle, birbirimizi çeksek de tam olarak birleşemiyoruz. Sen eksisin ben artı, tek farkımız benim ruhuma atılmış bir çiziklik hasar fazlası.<br />
Hatalarımızdan ders alma işini abartıp aşka dair her duygumuzu ampute ediyoruz. Keskin neşterin parlak yüzü ile kazıyoruz kırık aynaları. Kazıdıkça daha çok çiziyor, kullanılamaz kılıyoruz. Sevmek ile ilgili mekanizmamızı devre dışı bırakıp, kalın duvarlarla çepeçevre sarıyoruz. Biz aslında hatamızda kaçmak yerine, aşktan kaçıyoruz. Hatanın en büyüğünü yapıyor, yalnızlığı seçiyoruz.<br />
<br />
<i><b><br /></b></i>
<i><b><br /></b></i>
<i><b>''O kadar çok ki etrafımızda karalık, herkesin gecesi kendine yeter.''</b></i><br />
<br />
Geceler insanların ortak düşünce dilimi olmuş. Yastığa başını koyar koymaz uyuyanlar ve yattıktan on dakika sonra yatakta doğrulup sigara yakanlar olarak iki anti gruba ayrılıyoruz. Sessizlikte düşünmeye meydan bulan zihnimiz geceleri çift mesai çalışıyor, boğazımıza koyduğu düğümü sigara dumanı ile sökmeye çalışıyoruz. Kitaplara sarıyoruz bol bol. Bizi anlatan kitaplarda aynı dertten muzdarip olduğumuz kahramana arkadaşlık ediyoruz. Kahraman aşık olmaya meyillendiği vakit yapma diyoruz dostça bir tavırla;<br />
<i>''Ben bu hikayenin sonunu tanıyorum dostum, sen olsun yanma.''</i><br />
Kaçak dövüşüyoruz, gardımızı sıkı ve saldırmayı düşünmeden sadece saklanıyoruz...<br />
<i><br /></i>
<i>''Bazı aşklar vardır; o sana sırtını döner, sen sırtı da ayrı güzel diye iç geçirirsin.''</i><br />
<br />
Vazgeçmek isterken daha çok bağlanır, dünya ile bağını sıfır noktasına güdümlersin. Onun yokluğunu ondan çok seversin zamanla. Çok sevsen de yanında istemezsin. O artık senin mutsuzluk ülkesindeki evindir. Gün gelir , onun adının geçtiği her cümle senin için varoluşçu şiirdir. İnanmıyorsunuz. Sevilmeye korkan kalbinizin yükünü omzumuza vuruyorsunuz. Kalbiniz çürümüş sizin , biz sarılmaya çalıştıkça elimizde parçalanıyorsunuz. Ama görmüyorsunuz. 1,86 boyunda, bir buçuk metre omuz genişliğindeki koca adamın kucağınızdaki küçük boşlukta kaybolmak için nasıl eridiğini anlamıyorsunuz. Aklınızı umutsuz olmakla yormuşsunuz, bizi duymak istemiyorsunuz. Bazen sırtınızdaki yükler sizi hayata bağlıyor. Bazen de o yüklere tutulup uçurum kenarındaki dağ çiçeğinin ütüne basıp geçiyorsunuz.<br />
Benden sonra sen şiir değil, zayıf bir fısıltı olursun. Ben ise daha güçlü bir şair olmasam da sözleri yumruklar savuran sorunsal bir gezgin olurum. Meftun olurum, meczup olurum. Kendim olamam , sana gelmek için yoldan şaşarım. Ama gelsem de seni bulamam. Ancak güzelliğine eş betimlemeler biriktiririm defterimde.<br />
<i>Yusuf Has Hacip seni tanısaydı, Mutluluk Veren Bilgi adlı eserinde senin biyografini yazardı. Ben ise sana yazdığım her cümlede sensiz olmanın yükünü sensizliğe anlatmakla meşgulüm. Seni sensizliğince sevmek güdüsüne aşığım artık. Seni papatyaları görünce daha çok özlemek hastalığından muzdarip</i><br />
<i><b><br /></b></i>
<i><b>SON SÖZ...</b></i><br />
<br />
Papatyayı sev , şiiri koru.<br />
<u><i><b><br /></b></i></u>
<u><i><b>Senfoni tadında iç çekmeler dileğiyle,,,</b></i></u><br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<br /></div>
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-56577103367393488432017-08-28T03:27:00.000-07:002018-07-02T12:52:29.058-07:00KİMDİR,KİMLERDEN DEĞİDİR<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhq0qmpxTmCAj7vh353Jf_giYGTHk88Yt8_sPDqDo6XVqq1_wVKkBz6XGrirQ_l4Goij3wMFEWRpPz3hzzZSQlMnQbYk-t5cWfE4SlCUNfYXPf7YZ4SgDIgbxUx2mG5alVwg1vw_0kGgQY/s1600/18+01+2015+-+1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="506" data-original-width="506" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhq0qmpxTmCAj7vh353Jf_giYGTHk88Yt8_sPDqDo6XVqq1_wVKkBz6XGrirQ_l4Goij3wMFEWRpPz3hzzZSQlMnQbYk-t5cWfE4SlCUNfYXPf7YZ4SgDIgbxUx2mG5alVwg1vw_0kGgQY/s320/18+01+2015+-+1.jpg" width="320" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
Türkiye-İzlanda maçında 89. dakika. Tüm ülkenin kalbinin stabile ve tek kanallı akımlarla umut eksenine bağlı olduğu anda, Selçuk İnan barajın üzerinden, kalecinin uzanamayacağı o küçük ama ölümcül noktayı gördünde memleketçe nasıl umuda boğulduysak , senin sesini duyduğum zaman da aynı oranda mutluluk hormonu salgılıyorum...<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<br /></div>
Güzellik kavramının görecelilik pramidinde basamak basamak ölçüldü günümüz dünyasında , sana '' dünya güzeli'' deme sebebim kesinlikle fiziksel değildi.<br />
<i><br /></i>
<i>Zaten sevgili dediğin güzelliğiyle seni kendine aşık eden değil; sana kendin olabilme şansını veren kişi değil miydi ?</i><br />
<br />
Sevmek insanın masrafsız ve plansız olarak gerçekleştirebileceği eylemlerin en naifi. Hayat ''sevelim sevilelim , bu dünya kimseye kalmaz'' yönergesi uyarınca yaşanırsa güzel. Fiziksel donanımın üstüne yapılan ekleme ve rütuşlarla kusursuzlaşan yüzler yerine henüz imara açılmamış Büyükşehir orman arazileri kadar nadir ve temiz kalplerde uzanmalı düşlere. Ve hayat kurulan düşlere düşmüş veya düş'müş muamelesi yapsa da; kalan son çadırını savunan yaşlı Kızılderili gibi dik durmalı ruhların güzel yüzü önünde. Çünkü insan kaybettikçe acısıyla tanışır, kaybetmeye müptela olanlar bu acıyı alfabetik sıra ile ezbere başlar.<br />
Evet bazen kolay ezberlersin acını, ama bazen de her sabah kaldığı yerden bıçaklamaya devam eder seni acının zamanla birlikte yol alışı. Az acı çekmek için alışmak gerekir deseler bile unutma, alışmak yastığın yüzünde bıraktığı iz misali acını kalbine kazır. Ve zaman her zaman kör bıçaklarla, soğuk demirlerin kesmeyen ucu ile kanata kanata çalışır...<br />
<br />
Peki bu acıya alışarak yaşayan insan nedir? Kimdir ? Kimindir ya da kimlerden değildir?<br />
<br />
Kendini , alışmak bahanesi ile tek hücreli acılara kapatan insan tipik bir '' pencere önü çiçeğidir''<br />
sürekli birilerini bekleyen ama hiç sesini çıkarmayan, yaşamaktan kendini soyutlamış olan kişidir.<br />
Acıya alışmak aslında büyümektir. İçindeki öfke sekiz köy yakacak büyüklükte iken, sessizce evine dönmektir. Sevmek ve alışmak eylemi hasret sıvası ile örülmüş toprak damlı Anadolu evidir. İçi serin görünse de duvarları güneşin çifte kavrulmuş güneşine gebedir.<br />
<br />
Hayatıma çizdiğim yolda ışıklar zayıf ve yol görüşüm gitgide düşmekte. Emniyet kemerime sığmayan yaralarım savunmayı imkansız hale getiriyor. Beklenen son yakın. Aslında insanların çoğu yirmi beş yaşında ölüyor, gömülme seremonisi için fiziksel ölüm şartı aranıyor. Maalesef kimse ölen umutların cenaze namazına tekbir getirmiyor. Umutların tükendiği yerde ötenazi için talep formu doldurma işlemi başlıyor.<br />
<br />
Son Söz..<br />
<br />
Yine de acıların doruğunda sevmek eylemi güzelliğinden zerre kaybetmiyor.<br />
Nazım Hikmet fısıldıyor aşka adı verilen mayınlı araziye çelik teller ardından bakan ruhlara;<br />
<br />
<i>''Sevmek mükemmel iş delikanlım,</i><br />
<i>sev bakalım!</i><br />
<i>Mademki kafanda yıldızlı bir gece var,</i><br />
<i>benden izin sana</i><br />
<i>sev,sevebildiğin kadar.''</i><br />
<i><br /></i>
<b><i>Müzeyyen Senar'ın sesi kadar kadifemsi gülüşler dileğiyle...</i></b><br />
<br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4703814701224185914.post-9902494940016817302017-08-06T13:15:00.002-07:002018-07-02T12:52:51.601-07:00DÜNYADA DÜŞÜNÜLECEKLER LİSTESİSon beş dakikadır uyguladığım derin derin nefes alma teorisi yeni yeni etkisini hissettirmeye başladı. Göz kapaklarımdaki kasılma hali baş ağrısı olarak geri dönüşüme uğruyor. Tam boğazımda, çene kemiğimden iki parmak aşağıda; halk arasında Adem helvası denen yerde sağlam bir yumruk yuva yapmış. Vücuduma giren oksijene kota koymuş, her geçişte ayakbastı ücreti istiyor adeta.<br />
Hayallerime elalemden izinsiz çıktığım kaçak katlar yıkım ekiplerinin gazabına uğruyor. Vurulan her kepçe darbesi göz pınarlarımda muson yağmurları olarak sinirden şişmiş yanaklarımı suluyor.<br />
Müziklerde derman arıyor insan. Şarkıyı aktaran sesin kendi derdinden muzdarip olması ufak bir rahatlama bırakıyor damarlara. Müslüm Gürses çalıyor. Parmak uclarımdaki kılcal damarlardan kalp ritminde aranjör olan atar damara kadar akışımın kimyası değişiyor. Damarlarımda nikotin, alyuvar, akyuvar ve Sebahat abla dolaşıyor. Müslüm Baba ile Sezen Aksu kişisel tarihimde gördüğüm en güzel kualisyon hükümetini senglah makamına yakın, adını bilmediğim notalarda kuruyor. Müslüm Baba oy birliği ile isyanımı yöneten birliğin başkomutanı oluyor. O herkesin hissettiğini hissederek söylüyor.<br />
<i><b><br /></b></i>
<i><b>Seni düşünmeye başladığımda <u>''dünyada düşünülecekler listesi''</u> tek maddeye düşüyor, kokun. Tabiatın kucağında,binlerce çiçeğin özünden gelen bal kokusu yanında naftalin kalıyor.</b></i><br />
<i><b>Gözlerindeki gizem, insana Umberto Eco anlatılarını hatırlatıyor. Çok bilinmeyenli denklemler çözüyor ruhunu. İmkansızın kıyısında iki elin taş duvarları üstten işlemeli kemerlerle tutturulmuş köprülere nispet yapıyor. Sen, sana benzeyen bütün mümkünsüzlerin kıyısında; fazlasıyla realist, ama insanı evrenin varoluşuna yansıtan big bang teorisi kadar gizemli. Ve sen her olmaz denenin fazlasında güzel, elde olanın kıskandığı elde edilemeyecek olansın.</b></i><br />
<br />
Canım acıyor. Ama bu fiziksel bir acı değil. İnsan, yurdun dört bir yanında açan rengarek çiçekleri farketmekten aciz kaldığı gün umutsuzluğa teslim olduğunu ilan ediyor.<br />
Milletçe birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olan şu günlerde çayı daha demli içmeye başlıyorum. İnsanın içi koyulaşınca ona giden her şeyin koyu olmasını istiyor.<br />
''Kaşlarım arasına dom dom kurşunu deydi'' adlı yöresel oyunda başrol olma isteğim belirgin bir hal aldı.<br />
<i><b>''Her şeyi terketme eğilimim yüksek dozajda. Ama birlik ve beraberlik odaklı olacağımız şu günlerde toplum olarak el ele vereceksek, ben senin elini tutarım baştan söyleyeyim.''</b></i><br />
<br />
Almanca'da ''Sein'' kelimesinin iki anlamı vardır. Var olmak ve onun olmak. Aslında olayın özü onun olduğun zamanlarda var olduğunu hissedip, ondan ayrı kaldığında var olduğun günleri özlemek. Hayat geçmişe bakarken pişmanlık, geleceğe bakarken perişanlık. Yaşam milyarlarca insan arasında farklı olmaya çalışıp, bu yolda yapılan her hamle ile biraz daha herkesleşmek esaslı.<br />
<br />
Sadece onunla olduğunda herkesten arınıp, farklı olup, varlık aleminde birey olmak. Dünya felsefi yaşamak için fazla kısa, temasız ve hedefsiz yaşamak için fazla uzun. Bu muamma içinde yoğrulup birey olmak, <i>şans-kader-kısmet</i> üçgeninde başından geçenlerin seni nasıl dövdüğüne bağlı.<br />
<br />
Sonunu düşünenin kahraman olamadığı dünyada, hiç bir kahraman sonu gelmeden kıymetlenmez. Bazen onun olmak, sonu olmak kavramı ile birleşir ki, insan fıtratı sonlu başlangıçlara meyillidir. İnsan ölümü bilerek yaşar, ama ölümü unutarak mutlu olmaya çalışır. Şüphesiz ölümü ve sonunu unutarak mutlu olanların, hatırlanacak sonları olmaz.<br />
<br />
Bazen şartsız, kâr-zarar eğrisine bakmadan sevmek gerekir....<br />
<span style="background-color: #f5f8fa; color: #14171a; font-family: "segoe ui" , "arial" , sans-serif; font-size: 14px; white-space: pre-wrap;"><b>''O sana sırtını dönse de, sırtı da ayrı güzelmiş diyebilecek kıvamda sevmek.</b></span><br />
<span style="background-color: #f5f8fa; color: #14171a; font-family: "segoe ui" , "arial" , sans-serif; font-size: 14px; white-space: pre-wrap;"><b>Kıvamlı Senfoniler, Nice okumalar.''</b></span><br />
<span style="background-color: #f5f8fa; color: #14171a; font-family: "segoe ui" , "arial" , sans-serif; font-size: 14px; white-space: pre-wrap;"><br /></span>
<br />
<br />
<br />
<br />Sinyor Faruk http://www.blogger.com/profile/06192918537931931591noreply@blogger.com0