HİKAYE YAZAMAYAN HİKAYECİ'NİN HİKAYESİ



''Korku zihinlerimizin tanımadığı duygu ve durumlar karşısında geliştirdiği bir savunma refleksidir. Bilmediğimiz şeyler karanlığın temsili olarak zihnimizdeki çarkları bir anlığına duraksatır. Çarkların duraksaması ile kitlenen sistem alarm verir; karanlık ve kapanış...''

Not defterini  başını kaldırdı. Boynunu iki eli ile kavrayıp sıktı. Göz kapaklarına saplanan sancı güneşin keskinleşmesi ile daha da artıyordu. Hikaye yazma orucunu bozup aklına gelenleri karalamaya karar vermişti. O hikaye yazmak istiyordu ama bakalım hikaye onu istiyor muydu?

Uzun zamandır ilgilenmediği sevgilisini fark ettiği an gibi baktı kağıda; tekrar yazmaya korkuyordu sanki. ''Nerelerdeydin?'' dese ne cevap vereceğini bilmiyordu. Hikaye yazmak için yaşamak gerekirdi önce. En kurmaca olay bile bir noktada gerçekliğe bağlı olmalıydı. Gerçekliğe bağlı olmayan olayı yabancılaştırmak imkansız olacaktı. İnsan bilmediği şeyi bildiği şeyler sayesinde adlandırırdı. Ya da tam tersi. Bir şeye isim koyduğunuzda; sınır çizdiğinizde dolaylı olarak onun dışında kalanı, zıttını da isimlendirmiş olursunuz. Yani belli bir kümeyi siyah diye adlandırırsanız ister istemez o kümenin dışındakileri siyah olmayanlar olarak tanımlamış olursunuz.
Kafası felsefeye yatmaya başladı mı tehlike çanları çalıyor demekti. En son felsefeye daldığında üç gün uyumamıştı. Beceremezdi olaylara son noktayı koymayı. Abartır, uzattıkça uzatırdı. Bir kıza aşık olmuştu bir keresinde; çok güzel bir kıza. Beyaz tenli , uzun boylu, kıvırcık gür saçlı. Bir de beni vardı yanağında. Bir ben vardı o benden içeri dercesine bakardı ona. Kendine bakınca solardı hevesi. Zayıf, çelimsiz kara kuru bir şeydi. Adını bile sormadığı bu kızı yıllarca unutmadı. Ama bulmak için de uğraşmadı. Duygu ve yaşattığı durum yapısını sevmişti onun. Biraz trajik, biraz salakça, biraz da hayali. Var yok mu belli değil. Bu düşünce hali onun hayatının geneline yansımıştı.

Peki son bir haftası  da örnek miydi her zaman ki tavrına? Yine sadece düşünceyi mi sevmişti? Yoksa onu düşünmek miydi sevdiği?

Tüm bunları zihninden atıp hikayeye odaklandı. Sonuçta olaylar hayatla beraber akarken bir kesitini yakalayıp yazmaya başlamalıydı. Olay hikayesi sevmezdi fazla. Oldum olası Maupassant'a ısınamamıştı. Durum hikayesine yakın durmakla beraber seçimlere girse oyunu Çehov'a verirdi. Yine Müslüm Gürses dinlediği gecelerden birinde yaşanmamışlık hikayeleri yazmaya karar verdi. Evet henüz yaşamadığı bir olay bulup ''Yaşasaydım nasıl olurdu?'' sorusuna cevaben olayları akışına salmaktı niyeti. 

Sanatı sanat için yapmak istemediği kesin olmakla beraber hiç bir zaman bir Namık Kemal de olmamıştı. Sanat sanatçı için  derdi bu pradoksal soruyla karşılaşırsa. Ama gel gelelim kendini sanatçıdan da saymazdı. Konu yine dağılırken tuttu kendini. Kendi içinden bir anlatıcı çıkarıp bilmediklerini yazmaya başladı. Bir bilim adamının romanı olmasa da bir tutunamayanın çırpınışına yakın olacağı açıktı. Ama Oğuz Atay'ın ondan önce büyük resmi gördüğünü hatırladı. O tutunacak bir dal vermeliydi karakterine. ''Sonuçta tutunamamak tutunacak bir dal bulamamaktan ileri gelirdi'' Onun karakteri '' Son dalına tutunan adam olacaktı'' O dalın kırılıp kırılmayacağına hikayenin sonunda karar verecekti.

Sabah erkenden Kadıköy'e sallandı. Boğa'nın yanından sıyrılıp Ali Suavi Heykeli'ne sırtını verdi. Daha sabah güneşi sokağa girmemişti. Bir işaret aramaya başladı. Tanrım bir ışık, bir başlama noktası; ilk cümleyi yazmak için bir parıltı. Mehmet Akif gibi Tacettin Dergahı'na mı kapanmalıydı? Derken köşede, varla yok arası. Gölgeden çok bir ışık yansıması, kafa karışıklığı gibi bir adam fark etti. Adamın varlığı tüm radarlardan saklanmış gibiydi. Bu aydınlıkta bile karanlık kalabilmiş bir tipti. Peşine düşmek niyetiyle yürüttüğünde aldığı kararı hatırladı. Artık yaşanmamışlık hikayeleri yazacağına göre bu adamı alıp başına türlü çorapları zihninde üreterek örecekti.Kahramanını bırakıp sahile geçti. Sahafların bile kepenk açmadığı semtte sadece çay ocakları mesaiye başlamıştı. Etrafı şöyle bir süzüp iskelenin yakınlarında bir tabureye kuruldu. Hikayesinin sınırlarını belirlemeye başlamalıydı. Öncelikle bir isim koymalıydı karakterine. hem dikkat çekici hem de gizemli bir hava yakalamalıydı. Yusuf Atılgan'ın Bay C'si kullanılmamış olsa tam da karakterinin üstüne otururdu.
Bay Hiç Kimse diye düşündü. Hem Hiç ama sonuçta bir Kimse; artık her kimse burada kendini bulup kimsesizliğine kimlik edinebilirdi. Bu bağlamla zihninde canlanan  hikayelerin ilk sahnelerini sırayla oynatmaya başladı;


Bay Hiç Kimse zamanın birinde bir ülkenin veliaht prensi olarak işe başlamıştı. Maaşı dolgun olan bu işin sigortası da tam olarak yatmakta; yol yemek ve konaklama saray eşrafı tarafından karşılanmakta idi. Tek yapması gereken cadılar tarafından verilen elmaları yemek, yedi cücelerle iyi geçinmek, uyuyan bir prenses varsa öpmek ve ejderha falan görürse bir zahmet öldürüp halkı refaha kavuşturmaktı. 
Bir an duraksadı. Yedi cüceler tamamda bu ejderha öldürme işi pek aklına yatmamıştı. Şimdi memleket zaten karışıkken hayvan hakları dernekleri ile papaz olmak istemezdi. Zaten bu papaz olma durumu da dinsel bir çatışma ortamı doğurabilirdi. Mecburen Bay Hiç Kimse'yi Grimm Kardeşler masallarından çıkaracaktı. Orta Asya'ya; Dedem Korkut Hikayelerine yöneldi olmadı. Fransız Flaneur kavramına baktı karakterine bol geldi. Cennet Mahallesi Beter Ali rolü müzikalite yetersizliğinden havada kaldı...

Bu görev yükleyen hikaye konseptine artık bir son vermesi gerekiyordu. Bir şeyler yazmaya başladığında  karakterini toplumsal yargılarla giydirmeye çalıştığından sonuç saçma sapan bir Türk bilim-kurgusuna dönmüştü. Bir de Flaş TV oyunculuğu eklenince hikayeleri ikinci paragrafı göremeden zorunlu final yapmak zorunda kalıyordu.

Kadıköy-Karaköy vapuruna binerken kahramanını da cebine koymayı unutmadı. Aklı karışıktı ama en azından düğümün bir ucunu eline almıştı. Gerisinin bir çorap söküğü olmasını umuyordu.

Evine vardığında bugünü, kahramanını ve yazamadığı hikayeleri düşündü. Bir hikayenin sonunu yazmak için başını oluşturmak zorunlu muydu? Sadece mutlu son yazılamaz mıydı karakterlere? Ana karakterin mutluluğu okuyucunun mutlu olmasına yetmez miydi?
 Salonun ortasında dönmeye başladı. Kimileri oturup uzaklara dalarak düşünür. Onun düşünme alameti yürümesiydi. Bu aynı zamanda eski bir Filozof adetiydi. Filozoflar sürekli yürümeleri ve yürürken felsefi düşüncelere dalmaları ile bilinirlerdi. Peki o ne kadar düşünüyordu? Ya da düşünmek onun durumunu ne kadar iyiye götürürdü. ''Düşün düşün b*ktur işin'' sözünün deyimler sözlüğündeki karşılığı neydi?

Sorular... Cevapsız ve sonuçsuz sorular sinsilesi dağ gibi yığılmaya devam ediyordu. Soluyordu baharlarda ki çiçekler, demirin tuncuna lanet okunan çağlarda bir bahar esintisi bile insana çok görülebilirdi.

Yeni gün, yeni soru; bir hikayeyi yazmak mı? bir hikayede yaşamak mı?

Kahramanını cebinden çıkartıp karşısındaki masaya oturttu.
Bak dedi; ikimizin de var olması bu elimdeki kaleme bağlı. Ben yok olmamak için yazmalıyım. Sen ise var olmak için yazılmalısın.
Yani aynı yolun iki yolcusu olarak varlığımız hikayenin varlığına armağan olsun! mottosunda gezmeliyiz. Sessiz kalma sende. Konuşmak insanın varlığının en önemli temsilidir. Susmak ise ikrardan gelir. Bana bir yol göster ki seni o yolda yürüteyim. Karanlık kuyularda merdivensiz uğraşlar bize göre değil. Ama bir ışık, bir parça parıltı. Belki de yolumuzu aydınlatmak için yakmamız gereken ne varsa ateşe vermemiz gerekiyor. Eski hatıralar, son kullanma tarihi dolmuş dostlar ve asla kavuşamayacak aşıkların sevdaları. Yakmamız gereken ne varsa; mesela bozuk niyetlerimiz, ayıplarımız, siyasi kavgalarımız ve uslanmaz ülkülerimiz. Yangında kurtarılacaklar listesinin başındaki her şey. Belki kendimiz ve ya kendimizden değerli her şeyimiz. 

Ben hikaye doğurma çabasında sancılar çeken bir adamım. Ve sancılarım bir dünya doğuracağım hissi yaratıyor. Evet seni yaşatacağım bir dünya. Ölümsüzlüğü sunacağım bir evren. Ama bir işaret vermelisin bana. Bir yok oluşun içinden doğan Anka hikayesi. Şimdi vazgeçemeyiz. Kendimizi kapatıp bir battaniye altına saklanamayız. Çünkü depresyon burjuvalar içindir. Biz sabah erkenden kalkar işimize bakarız. Biz hayatın içinde kaçacak deliği olmayanlarız. 

Gün yarı olduğunda elinde bir taze,yazılmamış kahraman ve bir bardak soğuk çay kalmıştı. Evinin sokağı gören tek camının önünde, saatlerdir aynı anlamsız noktaya bakıyordu. Derken köprücük kemikleri çıkık kadını hatırladı. Kapıdan çıkışını ve giderken çarptığı tahta kapının bozulan menteşesini. Kirli sakalını ve ağzının içine girmeye başlayan bıyığını bir süre çekiştirdi. Hayatını bir düzensizliğin düzenlediğine artık emindi. Osman Sınav dizileri tadında bir son bekliyordu onu. Sonunda her duygu ölecekti. Duygular, zayıf insanlarda bulunan kimyasal bir özellik hatta kusurdu.

Zamanla gerçekten yazmak isteyip istemediğini sorguladı. Sanki ayrılmak istemiyordu. Evet; Bay Hiç Kimse'den ayrılmak fikri canını sıkmaya başladı. Bu yüzden çoğu güzel hikaye fikrini beğenmemişti. Acaba yazmasaydı; hiç uğurlamasaydı kahramanını. Sürekli yanında, cebinde taşısaydı. Onunla konuşsaydı sadece daha doğrusu o anlatsaydı ve Bay Hiç Kimse bir dilsiz sessizliği ile onu dinleseydi.

Gün sonuna yakın, eskilerin grub vakti dediği zamanda, hikayesinin kahramanının ölümsüzlük aktini imzalamıştı. Aslında Bay Hiç Kimse'nin kendisi olduğunu anlayalı çok olsa da; insanların Hiç Kimse'si olduğunu kendine itiraf etmek zor gelmişti

Evet. İnsan en kolay kendisini kandırır. Çünkü insan kendi söylediği yalanlara gözü kapalı inanır. Beşer şaşar, tövbe kapısı hep açıktır derler. Eyvallah da insanın kendisine olan kul hakkı borcu belki de tahsili en zor olandır. Bir gün Mahkeme-i Kübra'da insanın kendi yakasına yapışması; Mahşer Sahnesi'nin en acıklı olayı olacaktır.

Hikaye Yazamayan Hikayecinin Hikayesi'ni yazan hikayeciden okura not;

Kendinizi bulmak için bir sokak başını, bir ışığı beklemeyin. İnsanoğlunun keşfettiği en büyük kara parçası kendi zihniyetidir. Ve kabullenmek önce kendi içinde başlar. İnsan kendine itiraf ettikleri kadar varlığını kanıtlar. Kendinize her itirafınız, kalbinizdeki söküklerin daha kuvvetlice dikilmesi demektir.
Korkmayın. İnsan kurgulamaktan çok yaşamak ve yaşatmakla var olacaktır...











Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KIRÇIL

LİSÂN-I HÂL'İM HAKKINDA BAZI MÜLAHAZÂTI ŞAMİLDİR