Kayıtlar

2018 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

ŞABAN SAĞLIK'LARCA OKUMAK

-''Ben burada ineyim'' dedi annem. Teyzene uğrarım. Sen de üzme kendini. Unutma evladım ''her nasip vaktine esirdir.'' -''Tamam Valide Sultan, sen merak etme. Aramak huydur bizde. Bulmaya harcadığımız vakit ömrümüzün zekâtı olsun.'' On gün kadar önce cızırtılı bir kapı zili ile bölündü uykum. Nadirâttan gördüğüm rüyalardan birinin ortasına denk gelen bu sabah kalkışması sinirlendirdi beni. Hırs ile karışık hızlı adımlarla kapı eşiğine yöneldim. Sinirle açılan kapının önünde herhangi bir fâil bulamadım. Soğuk hava uyku sersemi suratıma vururken kapatmak üzere olduğum kapının aralığından beyez bir zarf ilişti gözüme. Alıp çeri geçtiğimde ahâlisi bulunmayan evimde tek başınalığın sessizliği ile koltuğa oturdum. Zarf usûlü haberleşmenin son kullanma tarihinin geçtiği bu devirde kim yapardı bu nostaljiyi ? Sordum. Bir kalem ve kağıt sıyrıldı zarfın dudakları arasından,  sanki birisi bana söyleyeceklerini yazmaya üşenmiş ,  hammaddeleri temi

MEVZU NEYDİ

Ay ışığı masasının üstüne düştü. Kullanım kılavuzu olmayan bu alemde,kağıda döktüğü her kelime bir kahramanın neşesine mâl olabilirdi. Ağırdı kalem tutmanın sorumluluğu, zordu. Hayatlara yön çizmek, bir yerden bir yere savurmak en anlamlı  düşleri. Kendi kurduğu dünyada kaderiyecilik oynamak, zordu. ''Fazla mı abartıyorsun?'' dedi akıl. ''Sen sen ol hafife alma''  dedi kalp. Bu bir anlatı oyunuydu. Son mektubun satırlarını bir kez daha okuma ihtiyacı hissetti. ''Bayım'' nidâsı ile başlayan bu talepkâr metine bir kez daha gözlerini dikti. Kahramanından gelen mektuplar onu amansız bir yazma isteğine sürüklüyor, eline anlatının sihirli değneğini tutuşturuyordu. Yazmak, yaratıcının seçilmiş kullarına bahşettiği bir hazineydi onun gözünde. En güzel hikayeleri kader başlığı ile kullarının alnına kazıyan Allah'ın, kendindeki sonsuz ilimden bazı yaratılmışların hamuruna bir damla lûtfetmesiydi. Şahsının bu zümrenin imrenicisi olarak kain

ALGIDA DELİCİLİK

Yavaşça doğruldum yataktan. Ayaklarımı sarkıttım eski parkenin üzerine. Hafiften salladım başımı, gözlerimi ovalayıp camın kenarındaki koltuğa baktım. Dede dedim, yine giymişsin akları yukarıdan aşağı, çıkıyorsun karşıma her uyku ortasında;yine aldın aklımızı. Buruştu yüzü, hafiften alındı... Bak tamam dedim, haklısın. İşin bu; rüya gezmek. Ama hiç değilse bir sellektör yap içeri girmeden. Zaten bende bir iki tahta eksik, kalanları da sen incitme. Neyse hoş geldin beş gittin. Hafiften doğruldu koltukta, ayaklanacak gibiydi... Tamam tamam dedim. Geldin madem bir rüyalık daha kal. Ama güzel bir şeyler koymazsan seyr-ü hayalime bozuşuruz. Şans topunda çıkacak numaraları istemem merak etme. Ufak bir yamaç, iki tabure, ufukta deniz, elimde çay olsun yeter. Olur bâbında kafasını salladı... Bak ben uzanıyorum şimdi. Fazla sürmez dalarım Uyku Tanrısı'nın kollarında rüyaya. Fazla bekletme huylanırım, aramız açılır, aksileşirim. Hadi ak sakalından öpmüşüm. Uzandım. Daldım, Uyandım.

NEDİR YANİ, MESELE NEDİR?

Sosyal Bilimler çatısı altında yerini almış olan Edebiyat alanı, bulunduğu başlığın ortasında durmuş, biraz ''Sosyal'' biraz ''Bilim'' hamuru  ile yoğurulmuş ''Edeb'' köklü bir alandır. ''Sözü güzel ve etkili söyleme'' formülü ile açıklanan yazınsal sanat eselerinin çıkış noktası ve işlendiği mecraadır. Türk Edebiyatı alanı da aynı oluşumla ortaya çıkan, elimizdeki en eski kaynan Orhun Abideleri'nden günümüz eserlerine kadar geçen zaman zarfını adlandıran ve açıklayıp anlamlandıran alandır. Her bilim alanının eksikleri veya yanlış yapılanmaları olduğu gibi, her ne kadar günümüzde hâlâ bilim olup olmadığı konusu tartışılsa dâhi Edebiyat alanının ve eğitiminin de belli eksiklikleri varolmaktadır. Peki nedir eksik olan, mesele nedir? Okur-yazar olarak yetiştirilmeye çalışan öğrenci grubunun bir mensubu olarak şahsım Yeni Türk Edebiyatı alanı öğrencisiyim. Edebiyat bilimi kökenden başlıca dallara ayrılsada bu dallar iç

ÜÇLER

Elips taş suyun üzerinde üç kere sekti. Üç dalga vurdu kumsala; biri atana, biri tutana, biri yutana... Şemsettin çıktı dalgadan;tüyleri ıslak,gözleri kızarık, burnu tıkalı. Şemsettin gönülden yaralı; git-gel akıllı, gel-git kafalı. Üç dilek tuttu gök; yüzüne Şemsettin'in. Bizim oğlan üç yerinden vuruldu, kırk kapıda kuruldu, delirmekten yoruldu... Tabure oldu sonra. Başlar ayak, ayaklar baş oldu. Üzerine oturdu en sosyalist söylemler, Şemsettin bir öğrenci eyleminde vuruldu. Süründü Ankara'nın ayazında, tüm fikirlerin kursağında buruldu. Sıktı felek pençesini bir hevesle, Şemsettin ahmak ıslatanlara kovuldu. Beyaz bir odaya sokuldu sonra. Üç parçada bölündü. Bir parça Şems, bir parça et, bir parça tın oldu. Şems'i arayan Mevlana, Et'i arayan baykuş, Tın'ı arayan Ahmed Hâşim. Göz için Muallim Naci, kulak için Recâizâde. Vaaz için Mehmed Âkif, görmek için Âşık Veysel. Vurmak için Dadaloğlu , sövmek için Nef'i, saymak için Pisagor... "Şemsettin

ORTALIK OYUNU

Sıkıldım artık bu kuru taburede oturmaktan Şemsettin. Ya kalk gidelim, ya iki çay söyle biri açık olsun. Zaten kararttın suratını yine. Bir de çayın koyusunu çekemez bu ağız. Çıkalım artık siyah-beyaz sokakların içinden, kırlara düşsün yolumuz. Hadi atla cebime, sıcak sıcak saklan orada. Ben seni ilk molada kaldırırım. Dal Uyku Tanrısı'nın narin kollarında düşlere.Çocukluğumuza yol olalım. Ankara üzerinden Orta Anadolu'ya düşsün gölgemiz, kurak ve tozlu yollarda kavrulsun tenimiz, pamuk tarlasında gezerken bacaklarımız çizilsin. Arada sen çık dışarı, ben senin  şapkanın altında gezeyim. Koru beni Adana pamuğunun beyazından. Düşlerimde siyah kalayım. Vuralım kendimizi tuz kokulu sahillere, gezgin olalım, seyyâr olalım, yâr olalım, ayâr olalım. Şiirler kuşanalım üstümüze, kalemler süngümüz olsun. Kanatmadan konuşalım karşıtlıkları. Sonra bir öğrenci eylemine karışalım fiziken, sloganlar atalım. Şehrin griliğine dönelim sonra, Karabük deplasmanı olalım, sayısal loto oynayıp

KARAGÖZ VE HACİVÂT- ÖLÇÜ MESELESİ

Zamanın Şehr-i İstanbul'unda, kıraat-hânelerde edebiyat kokar, âruz ölçüleri havada uçuşur, en az düzenlenmiş iki Divân'ı bulunmayan adam yerine konmazdı. Hece ile şiir yazanlara eshefle kınayan gözlerle bakılırdı. Kâfiyenin gözden ırak kaldığı, ''abes- muktebes'' tartışmasının nesilden nesile sürüp gittiği  devirde iki genç şair yaşardı. Kafka'nın '' Ülkede adalet yok'' mottosu temellendirmesi ile avukatlığı bıraktığı yaşta olan bu genç adamlar, çeşitli dergilerde şiir sanatı hakkında yazılar yazar, youtube kanallarında güncel eserlerle ilgili videolar çekip, twitterda şiirlerinden kısımlar paylaşırlardı. Hacivât; âruzun müptelası, Farsça'nın aşığı, Fransız edebiyatı eserlerinin bibliyomanıydı. Karagöz ise; Heceye gönül vermiş, türkçe ağzımda anasütüdür aforizmasını kalemine işlemiş, modern bir türk ozanıydı. İkili sık sık dergilerin orta sayfa sütunlarında karşı karşıya gelir, yeni yeni peydâh olmuş fikir-sanat- edebiyat programları

KADAVRAYA KALP MASAJI

-Baktım olmuyor ben de vurdum kapıyı çıktım dışarı. Hızlı ve şuursuz adımlarla uzaklaştım oradan. Üst üste küfürler peleseng oldu dilime. Yokuş aşağıya saldım düşlerimle yorgun ayaklarımı. Sinirden kastığım dişlerimin sesleri sokak başından duyulacak olmuş ki Adem abi seslendi birden. O anda ayaklarımın beni mahalleme sürüklediğini anladım. -Adem kim oğlum? - Yok mu abi şu kösedeki manifaturacı Adem. Hani karısı bir adamla kaçmıştı da mahalleyi ayağa kaldırmıştı asarım keserim diye. - Sahi n'olmuştu o olay? - Nolucak abi. Adem yaz yağmuru gibi bir esti, sonra çekildi kenara. Bırak şimdi abi onu bir şey anlatıyoruz burada. -Tamam kardeşim devam et sen, mahalleye geldim demiştin. - Hah abi gelmişim mahalleye, yüzüm kıpkırmızı zaten sinirden. Adem abiyi bir şekilde savuşturup meydanlıktaki yemekciye oturdum. Dedim kafam fazla dolu bari mideyi de dolduralım.  Garson geldi, tam bana bir paça çorbası  diyecektim.. - Noldu oğlum yine, Adem mi gelmiş peşinden. -Yok be abi ne Adem

ELLER GÜL KOKUYOR, SÖZLER DİKEN SATIYOR

''Sokağın sonundaki karanlıkta kaybolana kadar bakakaldım arkandan; her köşebaşı biraz sen şimdi.'' Dönüşlerin tedaülden kaldırıldığı saatlerde evlin ışıkları soluk, baca dumanları kesiktir. Gelmeyecek olaları beklemeye meyilli kahramanlar yıldızların parıltısında bulur yolunu. Fallar cevapsız, kahinler çaresiz kalsa da beklemek eylemini huy edinirler. Gözler çatılır, kaşlar kısılır, boşluklu saflarda edilen dualar semânın dördüncü katında takılır. Yollar arz-ı endam sehpası, denizler arş-ı adem olur. Sokaklar arşınlanır, caddeler kulaçlanır, denizler koşulur, cami avluları gül bahar olur. Sorulur ademoğluna bin bir çeşit sual, canlar sıkılır, çanlar çalınır, diller lâl olur. Lambada titreyen alev üşür, Leyla'lar ne söylese boşa olur. Sol anahtarı damlar kulaklardan. Yollarda hicaz makamından izler. Makamında ağırlar dertler sakinleri. Sakin kalamayalar yollara vurur taşları. Taşlar üç kez seker alevlerin üstünde. Sular yakıyor bedenleri; buz küpleri fışkır

GELİŞİ GÜZEL DEĞİL GÜLÜŞÜ GÜZEL

''Ben tüm dünyayı karşıma alıp seni sol yanımdaki yaldızlı tahta oturtmak istemiştim'' İskelenin ucuna geldiğimde ciğerlerim soluk soluğa küfür ediyordu. Soğuk korkuluk demirine sırtımı verip ellerimi diz kapağıma dayadım. Üç derin soluktan sonra zirveye ulaşmış dağcı endamı ile göğsümü fazladan gererek doğruldum,ritmi bozuk kalbim fabrika ayarlarına dönmeye çalışıyordu. Sabahın en umarsız saatinde parktaki tahta banktan başlayan koşumun sebebi eksik; amacı bulanıktı. Sebep sonuç ilişkisi için fazla uçarı olduğumu düşündüm. Şehrin yitik sokaklarından sahilin nemli sessizliğine attığım macerasız ve ani gelişen tur, kafamda dolaşan kuyrukları birbirine bağlı kırk tilkinin yorulmasına sebep oldu; oturdum. Balıkçıların uğramaktan uzak durduğu iskelenin bereketsiz kısmında izmaritler beton direklere vuruyor; insanoğlu balık neslini kullanılmış nikotin artığı ile besliyordu.İskele turum basın mensuplarına kapalı olarak sona erdi;sessizim. Yürüdüğüm sahilde rüzgar kayala

BİR BEN'DEN BİR SEN GEÇİYOR

Her klişenin karşısında, sabahın serinliğine tepkili, yazın sıcağına hasret. Sahilin ilk güneş ışıklarını nemli banklarda ağırladığı saatlerde, umudun  tonlarına Türk Sanat Musikisi korosu ahengi yaşatan sarı saçlar savruluyor kaldırımda. Her anın tadını çıkaran kaldırım taşları ıslak, yıldızlar erketede, güneş doğum sancısı ile yükselirken, o göğsündeki   ince sızılar ile yürümekte. Denizin gökyüzü yansımalı maviliğine cevap veren gözleri , ince topuk ayakkabısı ve yüzündeki ufak tebessüm. Deniz feneri gülüşlü  bir kadının evinde olduğu anlar gökyüzünde  yankılanıyor, ağaçlar erketede, kuşlar onu selamlıyor. Her acısının temeline tebessüm ekiyor. Kendine kurduğu duvarda acılı harplerin izleri, surlarını döven her top mermisi gücüne güç katıyor. Gülerek cevaplıyor hüzünleri. Güçlü görünmek için yıktığı her tabunun üstüne acısını bırakmış, tek başına dikenli yollarda yürüyor. İnce topuk ayakkabısının bastığı yerlerde papatyalar açıyor, masumiyetleri onun yanında sönük, incelikleri

DAR SOKAĞIN YAN DÖNÜŞÜ

Yaklaşan vapurun sivri ucu ile ortadan ikiye böldüğü sular arkasında beyaz köpükler bırakıyor,  binlerce kavuşma anına tanıklık etmiş rıhtıma gittikçe yanaşıyordu 5.45 vapuru. Rıhtımda usul usul karbonmonoksit yağıyordu. Bu gruba selam çakarcasına ben de cebimden bir sigara çıkarıp yaktım. Gözüm vapurda. Gittikçe yaklaşıyor. Onu görmeyi umut ederek aynı saatte karşısına dikildiğim kaçıncı vapur bu.? Bundan dört hafta önce,  5.45 vapurundan inerken gördüm onu. İskelenin verilmesi ile bir serçe kuşu gibi vapurdan kıyıya atlamış,  küçük, rengarenk ve kenarları dantelli şemsiyesini açıp insanların arasından taş işlemeli duvarı takip eden dar sokağa yönelmişti. Onu ilk o an gördüm. Ürkek bir ceylan gibi tiriyordu. Sanki avucunda yaralı bir güvercin varmış da onu incitmemek istiyormuşcasına narin hareketlerle yürüyordu. Savunma arkasına koşu yapan bir golcü çabukluğu ile kalabalığın arasından sıyrıldım. Simitçiyi geçtikten sonra soldaki, avucunda bir avuç ekmek kırıntısı ile kuşlara muhab