MEVZU NEYDİ


Ay ışığı masasının üstüne düştü. Kullanım kılavuzu olmayan bu alemde,kağıda döktüğü her kelime bir kahramanın neşesine mâl olabilirdi. Ağırdı kalem tutmanın sorumluluğu, zordu. Hayatlara yön çizmek, bir yerden bir yere savurmak en anlamlı  düşleri. Kendi kurduğu dünyada kaderiyecilik oynamak, zordu. ''Fazla mı abartıyorsun?'' dedi akıl. ''Sen sen ol hafife alma''  dedi kalp. Bu bir anlatı oyunuydu.

Son mektubun satırlarını bir kez daha okuma ihtiyacı hissetti. ''Bayım'' nidâsı ile başlayan bu talepkâr metine bir kez daha gözlerini dikti. Kahramanından gelen mektuplar onu amansız bir yazma isteğine sürüklüyor, eline anlatının sihirli değneğini tutuşturuyordu.

Yazmak, yaratıcının seçilmiş kullarına bahşettiği bir hazineydi onun gözünde. En güzel hikayeleri kader başlığı ile kullarının alnına kazıyan Allah'ın, kendindeki sonsuz ilimden bazı yaratılmışların hamuruna bir damla lûtfetmesiydi. Şahsının bu zümrenin imrenicisi olarak kainatta bir yardımcı oyuncu olduğunu düşünürdü hep. Ancak  mektuplar onun için bu eylemi zorunlu bir isteğe dönüştürmüştü. Peki kimdi bu yaşantısını rotasını onun kaleminin çiziklerine emanet eden , mevzu neydi?
İlk mektubun evinin kapısından içeri girmesinin üstünden dört hafta geçmişti. Sonu geliyordu yazılan hikayenin. Bu hikayede toplumsal konulara ve kanayan yaralara parmak basılmamıştı. Her hangi bir evrensel mesaj yazı kodlarına işlenmemişti. kısacası ''paşa gönül kriterleri'' hüküm sürmekteydi. Bir kahraman yaşanacak güzel bir hikaye istemişti anlatıcıdan.  Bu anlaşmanın temelinde ''cellatlar ve cerrahlar hikayesi'' temel alınmıştı.
''Cellatlar düşünmezler, sadece önlerine surulan kurbanı öldürürler. Cerrahlarsa düşünmeye fırsat bulamazlar, karar vermeleri için tek bir saniyeleri vardır. Dışardan gaddar gözükürler, ama vazifeleri hayat kurtarmaktır. Gerektiğinde bütünü kurtarmak için parçayı acımadan keser atarlar. Bu anlatıda cerrahız. Kaygısız bir yapı kurmak için mesajlar vermeyi kesip atmışız.''
Mektubu okumaya devam etti.Son  cümlesi; ''Bazen insanlar aradıkları ipuclarını fazla yakınlıya kurban ederler. ışıltı fazla yakında olursa görme eylemini kısıtlar'' olan metini algılarını  filtreleyip tekrar sorgulamaya başladı. Sebebini bilmediği şekilde gözünde parlayan kelimeleri yuvarlak içine alıyordu. ''Bayram, kürsü, sabah, rüzgar, sevinç, maneviyat ve tarih''
Neydi peki yoluna tutacağı ışığın anahtarı, mevzu neydi? Diyelim ki bunlar doğru kelimelerdi, bunca parçanın oluşturduğu bütün neydi? Deniz sevgisinin yayan bu mektupta verilmek istenen harita neydi. Biraz yokladı kendini, şiir seven bir anlatıcının bayram sabahı tarih kokan rüzgarının merkezi neydi.
''Süleymaniye!!'' nidâsı ile doğruldu yatakta. Denizlerin sevgilisi Yahya Kemâl, şiir, rüzgarın sesi, sonuç Süleymaniyede bayram sabahı. Kahramanın son gezintisinin başkenti.
Bir çok alemlere götürmüştü kahramanını. Yemen, Şam, Semerkant, Venedik, Paris, Virankaya... Belli ki mektupların gizemli kâtibesi hikayesinin sonunu denizle kucaklaşmanın sembolü olan, Asla ve Avrupa kıtalarına aynı anda tutunan yerde, İstanbul'da yaşamak istemişti.
Nasıl göründüğünü bilmiyordu öyküsünün tahtına oturan insanın. Nasıl güldüğünü, nasıl heyecanlandığını, öfkelendiğini, kızdığını, sevdiğini, sevildiğini... Hangi İkinci Yeni şairini okuduğunu bilmiyordu. Hangi filmde ağladığını, en çok hangi Kemal Sunal karakterine  güldüğünü, hangi Müslüm Gürses şarkısı olduğunu. Kısacası İstanbul sokaklarının güneşine boyayacağı kadının kirpiklerinin nemini bilmiyordu.
Köşe bucak gezdirdi bütün şehri hikayesinin sonunda. Yeşilçam sırtlarında papatyalar açtırdı. Öldürmek istemedi bu yaşama umudu isteyen kadını. Daha hassas bir bitiş bulmalıydı. İsa Peygamber gibi göğe yükselemezdi tabiki. Her canlıya ölüm Hâk'tı. Bu dünya için fazla iyiydi anlattığı kahraman. Ona anlatının gücünde bir karadelik yarattı.
''Bu dünya fazla tutsak sana; istersen kuş ol uç, bu dünya fazla kurak sana; istersen balık ol yüz, bu dünya fazla karanlık sana; istersen güneş ol saç...''
Son cümleyi yazıp arkasına yaslandı. Üç gündür kapanmayan gözleri son gücüyle uyku taaruzuna direniyordu. Mektubu zarfına koyup daha öncekiler gibi sabaha karşı kilisenin bahçesine, bodur ağacın altına koydu. Evine döndüğünde ana kucağı gibi kendine bakan yatağına yığıldı bedeni. Sorgulamak eylemine girişince mitralyöz misyonu üstlenen beyninin gıcırtıları arasında uyandığında hatırlamayacağı rüyaların perdesine daldı.
Aradan geçen beş gün, altı saat ve sayılı dakikadan sonra  kapısında gönderici bilgisi bulunmayan tanıdık bir zarf buldu. Bu rengi, bu heyacanı tanıyordu. İçeri girip koltuğa kuruldu. Zarfı yavaşça açtı. ''Bayım'' diye başlıyordu mürekkebin kokusu. Mektup yine ondan geliyordu. Hikayenin yoldaşı, yolunun taşlarını dizene son satırlarında teşekkür ediyordu...
''Bin selam bin teşekkür ile...
Bayım. Size yazdığım ilk mektubun son satırında ''bana bir hayal kurar misiniz?'' ricasını sunmuştum Kaleminize sağlık. Kırmadınız. Yirmi üç yıllık hayatımın en mutlu penceresini mektubunuzla araladınız. Eminim çok kez biri benimle dalga mı geçiyor, deliriyor muyum yoksa bir delinin kuyusuna taş mı attım diye aklınızda  kurdunuz. Okumak aramaktır derler ya, yazdıklarımın arasında aradınız durdunuz. Evvela son mektubumun ilk kelâmında aklınızdaki şüphe kırıntılarını süpüreyim. Delirmediniz. Benim aklım da arada gezmeye gidip geliyor olsa da bonservisi bende çok şükür. Siz hayatını yıllar önce beyaz çarşaflara bağlamış bir kadının son umudunu yeşerttiniz. Bana içinde çırğındığım azgın dalgaların uzağında dingin bir liman açtınız. Kavuran çöl sıcağının yamacında yeşil bir vaha sundunuz. Siz benim eli kalem tutan cerrahım oldunuz.
Ben hayatını yıllar önce bir araba farının ışığında bırakmış bir kadınım. Siz bana anlatınızın içinde yaşama şansı sundunuz. Şaşırmayın. Hani öykünüzde ''hayat hareket ile var olur, eşya ile canlı arasındaki temel fark göstergesi de budur. Hareket etmeyen yapılar aslında ölüdür ve yaşamak kavramından sorumlu tutulamaz '' demiştiniz bir dilenciye. Ben kendisine sunulan hareket balonunu ipini karayolunun orta şeritinde elinden kaçırmış, yaşam fonksiyonunu duygusal hayatta geçiren bir kadınım. Siz bu sabit ömrün son günlerinde bana hayatımın en seyyâr günlerini yaşattınız. Düşlerimde turlattınız Yemen'i. Okurken Çamlıca'nın tepesine saldınız. Siz hayatını doğa resimleri ile çevrili bir göz odaya sığdırmaya çalışan insana bir mekanlar alemi bağışladınız. Siz taş duvarlardan oluşan karanlık kalemin surlarına bir gedik açtınız. Anlatınızla açtığınız pencerenin demirlerinde güvercinler uçuşturup özgürlüğüme kanat taktınız.
Bu son mektubum olacak size. Ondandır bu hüzün kokan teşekkür. Daha afilli bir veda sunmak isterdim elbette. Ama siz, ömrüme olabilecek en güzel ayrılığı yazdınız.
Siz benim daha umutlu bir insan olmak istemem sebep oldunuz.
Okuduğunuz en güzel hikayenin kendi hayatınız olması dileğiyle... ''
Mektubu masaya bırakıp bir nefes çekti karanlık odadan.
Sahiden nasıl olmalıydı. Okuduğu bu mektupla yüreğine düşen acı neydi. Neydi yani. Yaşamak denen mevzu neydi?





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HİKAYE YAZAMAYAN HİKAYECİ'NİN HİKAYESİ

KIRÇIL

LİSÂN-I HÂL'İM HAKKINDA BAZI MÜLAHAZÂTI ŞAMİLDİR