Kayıtlar

2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

LİSÂN-I HÂL'İM HAKKINDA BAZI MÜLAHAZÂTI ŞAMİLDİR

Resim
Lisan-ı Hâl'im Hakkında Bazı Mülahazâ tı Şamildir. Köşebaşı, sokak ve ayna. Temasal bir muamma. Karışık yolların sinyalsiz dönüşlerinde altyapı  yetersiz. Tabelalar ters yöne dönmüş, umuda çıkan her yolun ucunda bir çıkmaz sokak. Çıkmazlar arasında sözler ağızdan çıkmaz. Kaşlar çatılır. bilekler kanar, tırnak uçları avuçları eşer. Bu yolların sürekli başlangıç noktasına çıktığı bir sokak. Aslında bütün alem bir çıkmaz sokak. Kafka'nın edebiyat için avukatlığı bıraktığı yaşta, kırık uçlu kurşun kalemim ve ben, gözler sönük ; uçlar kırık. Mantıksız kuramlara tez yazıyorum. Ki ben aklımın son kırıntısı ile martı doyurdum , kalıyorum. En son kalmam gereken yerde , dar sokaklarla kaplı şehrin son çıkmazında, demir attığım limanların ıslak lodosunda , duruyorum. Yazıyorum,durup siliyorum. Evet yazdıklarımı sildiğim çok oldu ; lakın hiç bir sildiğimi yeniden yazmıyorum. Örnekler çoğaltıyorum zihnimin ölü denizinde, Da Vinci diyorum ; MonaLisa'nın dudaklarını 12 senede

VARIYORUM

Biliyorsunuz, ne zaman yepyeni bir atılıma hazırlansam her seferinde yere serildim. Yine yere serilmeye gidiyorum, bunu yüreğimin en derinlerinde hissediyorum. Her şeye rağmen, her şeye karşı, bu sefer bir parça daha umutluyum. Daha cürretkâr gidiyorum korkularımın üstüne,küfürlerim daha içten, dualarım daha tutkulu.Son yaram yeni kabuk bağlamış.Kaşlarım daha olgun bir ''çatıklık'' halinde.Yumruğum daha sıkı, dişlerim kenetli.Adımlarım sabit bir tempoya teslim.Gitmek eyleminin gölgesinde,varıyorum. Her zamanki umutsuz kapının önündeki paspasa hayallerimi silmişim. Düşmeye meyilli dik merdivenlerden iniyorum. İçimdeki son umut kırıntısı ile güvercin besledim,varıyorum.  Can Yücel şiiri sertliğindeki soğuk duvarlara başımı yasladım, duruyorum. Yosun kokusunda iç çekerek menekşeye bakıyorum. Güneşin doğuşuna gidip kaybolan yıldızlara Fatiha okuyorum; ''Uçmayı bilmeden göçmeye zorlanmış bir kuş gibi, hatalı ofsayt bayrağı ile nizami golü iptal edilmiş fut

TAM BİR KAYBEDEN İNSAN PORTRESİ

Resim
Elde yeterli umut bulunmadığı için taslaklara kaydettiği hayallerinin gölgesinde eski evinin tahta kapısını araladı. Yağmur sonrası insan telaşı kokan sokakta kediler volta atıyor, taşların arasında biriken yağmur damlaları durgun denizlerin sessizliğini taşıyordu. Ayakkabılarını bir çırpıda ayağına geçirip paçalarını üstüne yorgan misali örttü. En ufak bir rüzgarın geçişine mahal vermeyecek şekilde düzeltip doğruldu. Uzun boynunu geniş omuzlarına astığı paltosunun yakaları ile siperledi. Sabahın soğuğu aldığı her nefeste dışarı dumanlar veriyor; ayaz, ellerini derin ceplerine sokmaya mecbur bırakıyordu. Kısa bir bakışla sokağın genel hatlarını inceleyip yürümeye koyuldu. Bir kitap, birkaç kağıt parçası ve dergiyi kolunun altına tutturmuştu. Rüzgardan korunmak için hafif öne eğdiği kafasında bir şapka, onun altında ise bir çift yorgun göz vardı. Ne kadar saklamak istese de nafile; uykusuzluk çocuksu gözlerinde kendini ele veriyor, savunmayı imkansız kılıyordu.

MERDÜMGİRİZ

Talihini kovalarken eski bir Mısır piramitinde kaybolan ümitler, yolları paslanmış korkular salıyor etrafa. Merdüm diyorum. Genç delikanlı. Yolların müptelası, asırlık umut bekçisinin hancı olduğu dünyada, basit goller yemiş amatör lig kalecisi. Ne uzayan ne kısalan eşek kuyruğu. Olduğu yerde dönüp duran atlı karınca, dünya yuvarlak olsaydı gidenler geri gelirdi diyen mahalle arası filozofu. Merdüm diyorum; ıslak tütünlerin koyu dumanı. Merdüm diyorum; kaşları kara orta anadolu ayazı... Merdüm diyorum; son kullanma tarihi geçmiş acıların geri iadesi. Merdüm diyorum giriz. İç burkan gazellerin girizgâhı. Merdüm diyorum; giriz. Evden çıkmaya üşenenlerin hiç kullanmayacağı dünya atlası. Merdüm diyorum; utangaç delikanlı, gözleri iri ve siyah , saçları dalgalı. Merdüm diyorum; giriz. Aslında "Merdümgiriz". Farsça dil dağarcığının parçası. "Merdümgiriz; Kalabalıkları sevmeyen, insan içine çıkmaktan hoşlanmayan, insanlardan kaçan kimse. Farsça kökenli bir kelime. Insan ma

KALDIRIM MÜHENDİSLİĞİ

Sevdiğim yardım et bana, sustuğum vakit konuştuklarımdan fazlasını anla... Kapımın önünden günlük rutin hayatıma açılan sokağa hayalini konduruyorum. Her detayını zihnime ince ince işlediğim varlığın kolaylıkla canlanıyor yüzümde. Zorlanmadan hasretle yad ediyorum her bir hücreni. Köşedeki eski binaya rengarenk çiçekli bir sarmaşık karalıyorum. Topraktan yükselip tahta duvarlara sarmış, paslı balkon demiriyle sarmaş dolaş bir ilişkiye yelken açmış dallarda, bin bir çeşit çiçek açtırıyorum. Her çiçeğin kokusu burnumu sarmalarken senin kokunu hepsine baskın kılıyorum. Yağmur sonrası sessizliği serpiyorum sokağa. Duracağın yerdeki kaldırım taşlarını teraziye alıyorum. Sırtını verdiğin duvara işlemeli tahtalar karalıyorum. Beyaz keten bir elbise karalıyorum üstüne. Omuzları açık, ince belinde kıvrılıp vücudunun her hattına sahip çıkan , sana her temasında beyazlığına aydınlıklar katılan bir elbise... Saçların kendine has , kültürel miras listemde ilk sırada bulunan kıvırcıklığı ile inc

PAPATYAYI SEV, ŞİİRİ KORU

Resim
Birini sevmeye başlayan insanın dünyası git gide tenhalaşır... Bir insana gönül vermek, gönlündeki bahçeye almak, tutmak tüm hücrelerinden , umuda senetler imzalamak ve boş hayallere reçeteler sunmak. Birine aşık olmaktan zor olanı onu bu sevgiye ikna etmek aslında. Karşındaki kırılmış, yorulmuş, kaybetmiş ve savaş sonrası Avrupa yıkımındaki sevmeye korkan gönüle ,aşkı tekrar sokmak... Hayal kelimesine tövbe namazları kılan bir insana hayal kırıklığını unutturmak. Yaşanmışlıkların kırdığı düşlerle sıra gelen hayatımız, geçmişten ders almasa da , geçmişin yıkıkları üzerine yeni lunaparklar kurmamıza izin vermiyor. Düşlerimize saplanan şarapnel parçaları hayati noktada olduğundan çıkarıp atamıyoruz. Geçmişten hem kaçıyor hem tam hayatımızın ortasına bağlıyoruz. Zıt kutuplarız seninle, birbirimizi çeksek de tam olarak birleşemiyoruz. Sen eksisin ben artı, tek farkımız benim ruhuma atılmış bir çiziklik hasar fazlası. Hatalarımızdan ders alma işini abartıp aşka dair her duygumuzu

KİMDİR,KİMLERDEN DEĞİDİR

Resim
Türkiye-İzlanda maçında   89. dakika.  Tüm ülkenin kalbinin stabile ve tek kanallı akımlarla umut eksenine bağlı olduğu anda, Selçuk İnan barajın üzerinden, kalecinin uzanamayacağı o küçük ama ölümcül noktayı  gördünde  memleketçe nasıl umuda boğulduysak , senin sesini duyduğum zaman da aynı oranda mutluluk hormonu salgılıyorum... Güzellik kavramının görecelilik pramidinde  basamak basamak ölçüldü günümüz dünyasında ,  sana '' dünya güzeli'' deme sebebim kesinlikle fiziksel değildi. Zaten sevgili dediğin güzelliğiyle seni kendine aşık eden değil; sana kendin olabilme şansını veren kişi değil miydi ?  Sevmek insanın masrafsız ve plansız olarak gerçekleştirebileceği eylemlerin en naifi. Hayat ''sevelim sevilelim , bu dünya kimseye kalmaz'' yönergesi uyarınca yaşanırsa güzel. Fiziksel donanımın üstüne yapılan ekleme ve rütuşlarla kusursuzlaşan yüzler yerine henüz imara açılmamış Büyükşehir orman arazileri kadar nadir ve temiz kalplerde uzanm

DÜNYADA DÜŞÜNÜLECEKLER LİSTESİ

Son beş dakikadır uyguladığım derin derin nefes alma teorisi yeni yeni etkisini hissettirmeye başladı. Göz kapaklarımdaki kasılma hali baş ağrısı olarak geri dönüşüme uğruyor. Tam boğazımda, çene kemiğimden iki parmak aşağıda; halk arasında Adem helvası denen yerde sağlam bir yumruk yuva yapmış. Vücuduma giren oksijene kota koymuş, her geçişte ayakbastı ücreti istiyor adeta. Hayallerime elalemden izinsiz çıktığım kaçak katlar yıkım ekiplerinin gazabına uğruyor. Vurulan her kepçe darbesi göz pınarlarımda muson yağmurları olarak sinirden şişmiş yanaklarımı suluyor. Müziklerde derman arıyor insan. Şarkıyı aktaran sesin kendi derdinden muzdarip olması ufak bir rahatlama bırakıyor damarlara. Müslüm Gürses çalıyor. Parmak uclarımdaki kılcal damarlardan kalp ritminde aranjör olan atar damara kadar akışımın kimyası değişiyor. Damarlarımda nikotin, alyuvar, akyuvar ve Sebahat abla dolaşıyor. Müslüm Baba ile Sezen Aksu kişisel tarihimde gördüğüm en güzel kualisyon hükümetini senglah makamına y

HATALAR AZLİNİ İSTİYOR

Resim
''Bir hata işledim, bin af diledim. Üstünde durmasan ne kaybederdin. Hemen her fırsatta bir tokat gibi, yüzüme vurmasan ne kaybederdin.'' Orhan Gencebay'dan yükselegelen bu serzeniş milyonlarda dejavu etkisi yaratıyor. Hayatta herkes , yaptığı eylem sonucunda ortaya çıkan etkileşim nedeniyle etkilenen kişinin kendisini affetmesini bekliyor. Kimi  sevdiğinden, kimi ailesinden , kimi dostundan , kimi ise Allah'tan af talebinde. Allah'tan af bekleyenleri bir kenara bırakmak gerekirse -O mevzu beni aşar, kul ile yaratıcı arasına girilmez.- diğer insan kütlesi hep birbirine benziyor. Kimisi haklı feryadında, kimisi pişkin bir halet-i ruhiye etkisinde, evrenin her saniyesinde birileri pişman olarak işlediği hatadan azlini ya da affını istiyor. İnsanlık ilk çağlardan beri affedilmek şansını kovalamakla meşgul. Bunun delilleri gayet açık ve kamuya bildirilmiş bir şeffaflıkta. Geçmiş dönemlerde kalıplaşıp günümüze Ata'mızın Söz'ü olarak gelen ''
İnsanlık hep olması gereken yerin farklı olduğuna inandırdı kendini. Kimse o anki yaşamını üstlenemedi. Hep olması gereken yeri başka mecralara sabitleyip hoşnutsuz tavırlarla hayata somurttu. Fakir asıl yerini lüks araçların şoför koltuğunda görürken rüyalarında, zengin onun hayalindeki lüksün şatafatından sıkılıp bir dağ başı hayal etti. Dağ başındaki çoban ise şehirdeki fabrikada maaşlı bir iş, Ahmet abinin çilli oğlu ise devlet kapısında sigorta primli mesai. Kader dediğimiz, yaşamımızın hareket devinimini kuran sistemler bütünü, tanrısal senaryo veya alın yazısı hep dillerde ''kahpe'' sıfatı ile anıldı. Sinema filmleri köyde sevdiği kız ile arasına giren para adlı düşmana karşı büyük şehre giden binlerce gencin telef oluşunu beyaz perdeye yansıttı. Hikaye klasik, kurulmaya çalışan paradoks ise hep yanlıştı.  Yeşilçam sinemasının en parlak dönemini oluşturan bu eserlerde konu realist, karakterler romantik, mekanlar ise realistti. Plan ilk başlarda akla yatkı

KARANLIĞIN İNCE DOKTORİNİ

Kapkara karalama defterinde , beyaz kalan son satırları siyah hayallerle dolduruyorum. "Ana gibi yar olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz"sözünün inceliğini kirpiğini akışında inceliyorum. Rivayet odur ki  sözün aslı ''Ane gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmazdır.'' Ane Bağdat yakınlarında şehri çevreleyen bir uçurumdur. Uçurumun derinliği ile zamanının ilm ve kültür merkezi Bağdat'ın güzelliğini eş düşümsel terazide bir tutan bu söz , her güzelliğin yakınında onu daha çok istememizi tetikleyecek bir zorluk olduğunu anlatır. Güzele koşan her yolda zorluklara komşu olmayı.  Güzelin kapısına yatanın düşman ile düzeyli bir ilişkiye yelken açışını anlatır. ''Bir başka şiir açığa vurur bu derin anlamı, şeffaf kılar, dile verir; '' Öyle kolay değil gül koklamak, gül tutan ele diken batmalı ! Bir aşka gönül veren, o aşkın kapısında yatmalı'' Uçurumlar aşarak sana gelirken geçtiğim tabelasız yollarda belediye rögar kapaklarını açık bırakıp ölü
Resim
İnsanlar önce siyahı adlandırdılar. Geceleri gece ile gündüzü ayırmak için. Sonra ise kırmızı çıktı ortaya, en büyük buluşları ateşi tanımlamak için.  En büyük ihtiyacı her dönemde var oldu insanın. Kimi zaman koyu gri mağaraların duvarlarında, sivri uçlu taşlarla işlenmiş bir ceylan figürü, kimi zaman ağaç gövdesine yara edilmiş iki sevgilinin adının ilk harfi. İnsan yazmak eylemine düşkünlüğünü doğasından almakla beraber anlatmak isteğini genlerinde canlı tutar. İster paylaşmak diyelim, ister içini dökmek, insanın haykırmak isteğini günün şartları nedeniyle kağıda kazımasıdır ''yazmak.'' Aşkın temsili, kavganın kaçınılmaz adresi, davaların savunma merkezi. Farklı istekte ademoğullarının durdurulamaz gösterisi. Güzel söz söyleme, aslında doğru olanın güzel söyleme meselesi ''Edeb-iy-at''  ''Yazıyorsun okuyorum, kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa, insanın bu rütbece alçalabilmesinden korkuyorum'' sitemindeki gibi değil,  'Söz ver
Tekrarlara düşmek, tek nefeste yaşamak hayatı, geriye bakmadan hızlı adımlar atmak, öncesi ya da sonrası hakkında düşünmeden koşmak uçsuz bir ovada. Semtsiz şehirlerde gün ışığını kovalamak, aynı anda kendi gölgenden kaçmak. Ve savaşmak hayatın her yüzüyle, her harpte öncü birlik olmak. Yirmi üç yıldır yaptığım şey tam olarak buydu.  Beni üç gündür tanıyan bir kadından hayatımı fragman tadında özetleyen bu cümleleri duymak zihnimi savuşturmuştu.  Nasıl bir paragrafta özetlemişti beni. Hayat, yirmi üç senelik bir hayatın aforizması bir paragrafa nasıl sığar. Hayat, basit kararlar bütünü. "Hayatımızı aldığımız kararlarla biz belirleriz" tezi tamamen çöp. Hayatımızı seçtiğimiz değil, seçmedigimiz şeyler belirler sevgili okur. Neyin elini tuttuğun değil, onun elini tutmak için nelere sırt donebildiğin önemli olan, nelerden feragat edilebildiğin. "Sen benim yaptığım en güzel anlatım bozukluğusun, güzelliğine denk bir benzetme bulamadım. " demekle yetinebildim. Kurduğu

SANA BAKMAYAN GÖZLEM EVLERİNE BOYKOTUM MÜZEYYEN

Nefessizlik diz boyu, günler almış başını gider. Sana çıkmayan yollara küskünüm Müzeyyen . “Ben küskünüm feleğe, düştüm bitmez çileye.” Günlerden Beyoğlu, saatlerden Türk Sanat Musikisini beş gece. Sana çıkmayan notalara sağırım Müzeyyen. Sağır duymaz, ama güzel sallar mantığı ile hiç duymadığım şarkımızı sessizliğe anlatırken bayramlarda okul kürsüsüne şiir okumaya çıkmış, eğitimin üçüncü sınıfında öğretimden bi haber çocuk neşesi var gozlerimde. Sensizlik okul müdürünün sert yüzü, varlığın babamın tok sesi. Sana bakmayan gözlem evlerine boykotum Müzeyyen. Ben senin beni sevme ihtimalini tahayyül etmeye cesaret bulamadığım bu fani bedende yirmi üç seneyi nasıl doldurmayı başardım bilinmez. Seni anlatmayan dizilere rtük sansürüyüm Müzeyyen. Nasıl anlatsam ki seni. Ya aslında anlatırım edebiyatım iyi, ama hakkını vermekse bu işin temeli, güzelliğinin hakkını veremeyen benzetmeye kırgınım Müzeyyen. “Elbet birgün, buluşacağız. Bu böyle yarım kalmayacak.” Hiç başlamamış bir hikayeyi ya
Küçük sevinçleri olmalı insanın hayatta. Şahsına münhasır. Sevimli bir kedi yavrusu masumluğunda sevinçler. Ölmek için fazla müsaitiz sevgili okur. Bazen tüm şartlar uygun olsa da ölemezsin derler ya, ölmek için fazla uygunuz. Hayatımızın bazı anları Müslüm Gürses şarkıları gibidir. Muazzam güzellikte olsa da tekrarı imkansız. Ah bazı insanlar. Bazı insanlar  vardır ki, onlar sana soğuk davrandığında dünyadan dışlanmış gibi hissedersin, karantina embiriyo gibi. Vebanın günümüze tecellisi. Sigara dumanının arternatif duygulara ev sahipliği yaptığı çağlardayız. ''Sigaramın dumanıda dumanı, yoktur aman şu yarimim imanı'' ya da ''Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni'' sözlerindeki saklama kabı işlevi. Takatim yok, vakit bir türlü geçmek bilmezken yılların nasıl dört nala bir film şeridi olduğunu anlamaya çalışıyorum. Sağım Ece Ayhan, solum devrim önüm arkam sobe. Saklanmayan Charles Dickens. Her çocuk sevdiklerinin kendisiden önce ölmesi ihtimaline ka
İnsanlara güvenmek için yılların yetmediği yaşlardayız. Dostluklar puslu. "Erkekler ağlamaz" tezini yıkmak üzere olduğum günler... Her insan, ölüme doğar sevgili okur.  "Öleceğini bile bile yaşamak" lanetinin yüklendiği,  et-kemik- sinir üçgeni varlık -Nâm-ı diğer ademoğlu - bir ölüm senfonisi altında vals yapmayı "yaşamak" olarak adlandırır. Hamlıktan kor olmaya giden yolda,herkes ölümsüzlük iksiri tadında bir dikili taş bırakmaya çalışır dünyaya. Dünya da ölümsüz olacağı bir nişan taşı bırakmak... Peki neden öleceğinin keskinliği içinde ölümsüzlüğü arar, yokun içinde varı, hiçliğin içinde her şeyi, ölümde yaşamı... Her şey zıttı ile sevgilidir sevgili okur. Varlığın aşkı yokluk, ölümlünün kara sevdası mezar. İnsan bir metrelik delikte bitecek yaşama rezidanslar sığdırmaya çalışır sevgili okur. İnsan, eşref-i mahlukat,  nefsin kölesi. Her tanımıyla ölümün uslanmaz sevgilisi. İnsan ölüm senfonisi altında,  yaşam türküsü tutturur...
Kadıköy iskelesinde rüyalara daldım. Daldım çıktım, daldım çıktım, daldım kaldım. Bir martının ağzında balık oldum çıktım. Martı midesinde yemek oldum. O uçtu bende balık halimle uçtum. Balık nasıl uçar deme.  Uçtum. Çıktım. Taş yolların yaş kaldırımlarında insan nefesi oldum, buhar oldum, karbonmonoksit oldum. Şehre usul usul karbonmonoksit yağdı. Kadıköy'den dikili taşa,  ordan Nişantaşı'na aktım. Yağmur yağdı, yağmura karıştım kırık kiremitler üstünden plastik borulara, ordan karanlık logarlara aktım. Çay ocağına girdim. Kapı üstüme geldi. Tabure altımdan kaydı. Çaydanlık ıslık çaldı. Hişt. Dedim. Zaten sinirliyim.  Hepsi sustu, tabure bı uyur abi dedi, kapı geri çekildi, çaydanlık derdini bardağa döktü. Bardak ısındı. Üstü buhar oldu, çay ocağının içine karıştı. Vurdum. Yumruğumu duvar hissetmedi. Parmaklarım sızladı,  sövdüm. Duvar duymadı, duyduysa da iplemedi.  Kızdım. Soğuk sular kâr etmedi. Kendimi kışlara vurdum, içimdeki pastırma sıcaklarına yetmedi. Küstüm, kim

SANA BAKMAK

Sana bakmak yıldızlı bir Karadeniz akşamında, sahildeki dalga sesi eşliğinde türkü tutturmak gibi. Sana bakmak ince uzun bir yolda elinde tespih, ağzında sigara, ayaklarında rugan ayakkabı ile volta atmak gibi. Sana bakmak ; sadece uzun yolculuklarda uğruna,  yol kenarı çay bahçelerinde ince bir sohbet tutturmak gibi. Sana bakmak ; sabah uyanır uyanmaz,  yatakta sigara yakmak gibi. Sana bakmak ; bayram sabahının mistik havasında, bayramlıklarını giyip babamın yanında camiye koşmak gibi. Bütün ağaçlar sana oksijen üretmek için. Bütün denizler sen seyret diye. Bütün yollar bir gün sen geçersin diye var. Bütün bitkiler senin emrine amade. Sana bakmak ; binlerce jop darbesi altında devrim türküsü söylemek gibi. Sana bakmak ; güne Süleymaniye camii bahçesinde başlamak gibi. Gözlerine sarılmak,  göğüs kafesinde derin uyku.  Seviyorum seni, saathanenin dar sokakları gibi. Sana bakmak; duman konserinde çakmaklarla şarkıya eşlik etmek gibi. Sana bakmak, ezan okunurken koşarak müziği kapatm
''Son hızla sana koşarken vurdular beni, Sen vurdun demiyorum ama sana koşarken vuruldum.''   Önce ince bir sızı girdi kaburgama bir çizik gibi. Bir anda düştüm yere.  Nefes alışverişim bir anlığına ritimsizleşti , hızlı ve kesik kesik. İlk başlarda düğümlendi nefesim. İnsanı hayata bağlayan kokusuz, tatsız oksijeni dolduramadım duvarları rutubetli ciğerlerime. Zihnim durgun. Ne oldu bana , nerdeyim ben? gibi klişe sorular sıraya dizilmiş üstüme gelmek için hazır. Vücudum ısınıyor. Bir öğlen uykusu ağırlığı var üstümde. Ama biraz daha yavan.  Annem üstümü örtemeyecek mesela. Ya da "ne uykusu bu gündüz vakti, kalk hadi çay demledim"  diye sarılamayacak bana.    Sıcaklık mayıştırıyor bedenimi. Ne garip şey şu ölmek. Öptüğüm kızlar geliyor aklıma. Tabi seni tanıdığım zamana kadar. Seni hiç öpmedim ben. " Dokunmadan sevmenin mümkün olduğunu seninle öğrendim.    Uykum kaçtı. Ilık bir Haziran rüzgarı vuruyor sanki içime. Elimi sol beşinci kaburgamdaki sıcakl
Kendimi sokak lambalarının seyrek olduğu yollara  attım. Aradaki mesafelerin uzunluğu sokak lambalarını gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar gibi gösteriyor,  alacakaranlık sokakta şık bir İtalyan dekoru abajur havası katıyordu. "Sanırım atlattım." Derin bir nefes alıp yola devam ettim. Cebimdeki dışı  nemden yumuşamış, parçalanan kapağını vücudundan kangren koparır gibi atmış sigara paketine uzandım. Karanlık ve ıssız sokaklarda yürümek kendi kendime rahatlıkla konuşmanın en kolay yoluydu.  Kendime sorular soruyor, cevaplar veriyor ve tam bir parlamento havası ile fikirleri değerlendiriyordum.  Başka bir deyişle içimde bir parlamenter sistem kuruluydu. Yani her kafadan bir ses çıkıyordu ama sonunda kedime en çok zararı dokunanı seçiyordum.     Bu geceleri gezme işi can sıkıcı bir hal almaya başladı.  İnsan en çok kendi ile kavgasında yara alıyor. Kulaklığımı takıp içimden gelenleri bastırmaya başladım. Müziğin bahşettiği mutluluk duygusunun askerleri içimdeki kasvet ile ama

MUTLU İNSANLARIN HİKAYESİ OLMAZ

Kadın frengi hastası, sekiz çocuğu var. Bu çocukların üçü sağır, ikisi kör, biri de zeka engelli. Kadın hamile ve doğan çocuk Beethoven. Sarhoş baba, hasta anne ve yatılı okullarda geçen yalnız bir çocukluk, bitmeyen depresyon ve sara hastalığı ile mücadele eden bir dahi; Dostoyevski. Altı çocuktan ilki o, iki erkek kardeşi bebekken, üç kız kardeşi de nazi zulmünde ölüyor.Babası baskıcı, geçimsiz. O ise hep yalnız; Onun adı Franz Kafka. 11 yaşında babasını kaybediyor, dedesi sert bir kişilik. Onu evden gönderiyor. Yoksul bir aile ve 11 yaşında tershanede başlayan çıraklık. Onun adı Maksim Gorki. Babasından sürekli kemerle dayak yiyen bir çocuk... Çoğu geceler soğuk sokaklarda yatıyor. Cildi hasta, karaciğerinden muzdarip ; Onun adı Charles Bukowski. 13 yaşında annesi ölüyor. Okula gidemiyor. Hayatı boyunca ruhsal hastalığının tekrarlayan ataklarından muzdarip bir kitap kurdu; Onun adı Virginia Woolf. Babası borçları yüzünden hapishaneye düşünce çalışarak borçları ödemek ve ailes
Nazım Hikmet meşhur mektuplarından birinde karısı Piraye'ye şöyle seslendi; ''Seni nasıl seviyorum biliyor musun ? Ot yağmuru nasıl severse, ayna ışığı nasıl severse,balık suyu ve insan ekmeği nasıl severse,sarhoşun şarabı,şarabın billur kadehi sevdiği gibi,annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, Lenin'in inkılabı ve inkılabın Marx'ı sevdiği kadar...'' Yine o çiğ damlası güzelliğinde mektupların birinde; ''Çıkarsam ve sana kavuşursam,bu öyle dayanılmaz bir saadet olacak ki, gebereceğim diye korkuyorum...'' Oysa böyle olmadı. Yıllarca süren esaret zincirini , acıları kırıp kavuştular. Sonra bir sel oldu, belki kuvvetli bir lodos, ayrıldılar. Adını kol kayışına tırnağı ile kazıdığı Piraye ile Nazım 17 sene aynı aşk ile mektuplaşırlar. Çoşkun hasretin mektuplarda yol bulduğu koskaca 17 sene. Aşkın bahçesine yağmur sonrası saçılan tohumlar gibi yayılmış 518 mektup... Ayrılırlar ve Nazım önce dayısının kızı Münevver'e dah
 SAMSUN'A USUL USUL MÜZEYYEN YAĞIYOR. Saat gece yarısını geçeli çok olmuştu. Yağmurun ufak ufak sahile damlalar serpmeye başlaması ile kendimi sokağa attım. Yağmurlu gecelerde Müzeyyeni aramak adetim olmuştu. Yağmur damlasının topraktan çıkardığı kokuda bulmayı umut ediyordum onu. Şehir sessiz, çay kokusu yok. Gökyüzünde korkunç bir yalnızlık var. Uçurtma izleri silinmiş, ay karanlık. Yağmurun bana Müzeyyen'i hatırlatmaya başladığında her zaman olduğum yerde , pencereme çökmüş gecenin içindeydim. Yaşamın tenime giydirdiği yorgunluk içinde hafif titreyerek sahilde ilerledim. Yağmur bile yağmak konusunda kararsız, kirpiklerime düşen yağmur damlaları arasından onu arıyorum. Gamzesi aklımda, saçları kıvırcık, beli ince. Saçı beline uzanmak için çabalasa da yetersiz kalıyor. Saçı ile beli arasındaki mesafede kayboluyorum. Parmaklarımı tarak olarak emrine verip sabaha kadar saçlarını taramak fikrini şimdilik yağmurun altında bıraktım. Peki neden yağmur yağdığında aklıma düşüyor,
        SANAT GÜNEŞİ VE TAÇSIZ KRAL Zeki Müren'in Maksim'de sahneye çıktığı zamanlar,kapılar kapanır,servis kesilir, garsonlar çekilir. Kimsenin çıtı çıkmaz. Zeki Müren'in huyudur, bir çıt çıktımı sahneyi bırakır. Sanat güneşi bu yüksek saygıyı haketmekle beraber bu konuda oldukça katıdır. Zeki Müren tam şarkıya başlamış devam edecek, bir an kapı açılır.  İçeriye Galatasaray'ın efsanesi, Taçsız Kral Metin Oktay ve futbolcu arkadaşları girer. Gazinocular Kralı olarak bilinen ve o dönem Türkiye'nin en meşhur eğlence mekanı olan Maksim Gazinosunu işleten Fahrettin Arslan ellerini başının arasına alır ve '' eyvah '' der. Sebebi Zeki Müren'in bu konudaki net duruşunu bilmesi ve sahneyi bırakıp gitmesinden korkmasıdır. İzleyiciler Zeki Müren ne tepki verecek diye merak ederken elindeki mikrofonu bırakan Sanat Güneşi, herkes sahneden inmesini beklerken ''Kral geldi. Kral yerine otursun, programa ondan sonra başlayacağım'' der.
  ''Kökü mazide olan bir atiyim'' Ziya Gökalp, Yahya Kemal'e 'vecd adamı' dermiş. Yahya Kemal, hayal iklimlerine dalarak tarihin derinliklerinde gezindiği için ona: "Harabisin, harabati değilsin Gözün mazidedir, ati değilsin!" diye takılır. Yahya Kemal, bu sözüne irticalen ona: "Ne harabi, ne harabatiyim Kökü mazide olan bir atiyim." diye karşılık verir.
Sahil ıslak. Saat denizin neminde gezen kalabalıklar görmek için çok erken, sevmek içinse çok geç. Sokak lambalarının sönmesine yarım saat kala , denizin buğusuna çarpan yüzüm ve ben yine birlikteryiz. Yavaş ama güçlü adımlarla rüzgarın paralelinde yürümeye devam ediyorum. Bir buket kıvırcık saç çarpıyor gözüme, siyah . Kısa demek için fazla uzun, uzun demek için biraz kısa... Ortalık karışık yani sevgili okur. Samsun'a usul usul karbonmonoksit yağıyor. Kadın ürkek ama yavaş adımlara sahip. Boyu omuz seviyemin bir kalp atımı mesafesi yüksekte. Elinde ince bir sigara, yüzü solgun bir beyazlık içinde. Sigarasından duman yükseliyor, Günün ilk ışıkları gamzesine doluyor. Kendimi gamzesinin en net görülebildiği noktaya alıp, takip mesafesini kontrol ederek peşinden gidiyorum. Sokak lambaları söndü. Güneş yükseldikçe saçlarına bulaşan küçük çiğ damlalarını daha net görüyorum. Kadın yürümekte ısrarcı  fakat nereye gittiği konusundaki bilinçsizliği kendini ele veriyor. Yüzüne odaklanmış
MEHMET AKİF ERSOY VE YAHYA KEMAL BEYATLI ARASINDA İSLAMİ DEYİŞ, İSLAMİ DUYUŞ FARKI ,İSLAMİ MOTİFLERİN ŞİİRLERİNDEKİ KULLANIŞ AMACI VE ŞEKLİ  İSİMLİ TEZİN MUKADDİMESİ     İLK SÖZ Edebiyatımızın her döneminde İslami motif ve imgeler şiirlere konu olmuştur. Edebiyatımızda İslamiyet hem bir kültürel öğe, hem de dini anlayışımızla gelen ''cihat'' yani yayma amacı ile şairlerin mısrlarına yansımıştır. Mehmet Akif ERSOY hem yaşam tarzı hem de şiirlerinde işlediği konular vesilesi ile İslam toplumlarında bir fikir adamı, düşünür olarak da yer etmiş, şair vasfı yanında islami bir düşünce yapısınında öncüsü olmuştur. Yahya Kemal ise şiirlerinde islami söylemin şiirselliğini, ses özelliklerini ve İslami kültürün doğasından gelen Derun-i Ahengi aramış, İslamiyeti yaymak konusunda Mehmet Akif gibi sistemli ve kasıtlı bir çaba içinde bulunmamıştır. Bir iki örnek üzerinden gidelim. Her iki şairimizin de Süleymaniye İle ilgili kıymetli eserleri bulunmaktadır. Eğer bugün iki şairimiz y
İyi günler sevgili okur. Mutlu muyuz ? Yazmaya cesaret edemediğim gecelerden birinde, cam kenarında tünemiş bekliyordum. Aslında gelecek bir şey yoktu. Ama bu yinede bekleme eylemini gereksiz kılamazdı. Çünki gemi bahaneydi, biz beklemeyi seviyorduk. Bizim mahallenin sokak lambaları saat 07.04'te sönüyor sevgili okur. Uyumadan sabahladığım gecelerden öğrendiğim gereksiz bilgilerden biriydi bu. Sokak lambalarının sönmesine az bir zaman kala hem sokağı hemde zorlarsam denizi görebileceğim camımın kenarındaydım. İlhami yine aynı saate penceremin altında belirdi. İlhami mahallemizin az tanınan çok görülen sakini. beyazın üstüne sanki elle serpilmiş gibi duran siyah lekeleri ile mahallemizin hınzır kedisi. Adıyla sorsanız mahallede kimse tanımaz. Herkese görünür, bir bana konuşur İlhami. Bu akşam canı sıkkın gibiydi. Ne oldu diye soracak oldum; yengen evde bekler, geç oldu dercesine bir bakışla izin istedi. İlhami'yi yolcu ettikten sonra yoldan geçenleri izlemeye devam ettim. Ö
 Sabahları erken kalkmaktan nefret etmeye başladığımda üçüncü sınıfın başıydı.baş ucumda duran komidinin üstündeki dolu küllükten gelen koku burnumda ekşi bir tatla uyanmama neden oldu. Oysa kaç kere tembihlemiştim kendimi bu konuda. Yataktan kalkmadan çekmeceye uzanıp sigaramı çıkardım. Zaten  dolup taşan küllüğe bir izmarit daha sığdırabilmek umudu ile sigaramı yaktım. Kurumuş, daha uyku tadından kurtulamamış boğazıma sigara dumanı doldukça nefes alış verişim zorlanıyor, bu da bana ayrı bir haz veriyordu. Kalktım, üstümü giyinip sokağa attım kendimi. Telefonum çaldı arayan kumandandı- ki bu ismi ona ben koydum aslen abim- açtım. Kafede çayın hazır olduğu haberi ayaklarıma anlamsız bir güç vermişti. Masaya oturdum. Önce çayım ile şekeri bardakta kavuşturup küllüğü önüme çektim. Havada anlamsız bir sınav haftası tatsızlığı vardı. bende ise hoca zaten kolay soruyor rahatlığı yer etmişti. Çaylar dolup boşalırken küllükte elinden geldikçe izmarite ev sahipliği yapıyordu. Yola çıktım. Se