DAR SOKAĞIN YAN DÖNÜŞÜ

Yaklaşan vapurun sivri ucu ile ortadan ikiye böldüğü sular arkasında beyaz köpükler bırakıyor,  binlerce kavuşma anına tanıklık etmiş rıhtıma gittikçe yanaşıyordu 5.45 vapuru.
Rıhtımda usul usul karbonmonoksit yağıyordu. Bu gruba selam çakarcasına ben de cebimden bir sigara çıkarıp yaktım. Gözüm vapurda. Gittikçe yaklaşıyor. Onu görmeyi umut ederek aynı saatte karşısına dikildiğim kaçıncı vapur bu.?
Bundan dört hafta önce,  5.45 vapurundan inerken gördüm onu. İskelenin verilmesi ile bir serçe kuşu gibi vapurdan kıyıya atlamış,  küçük, rengarenk ve kenarları dantelli şemsiyesini açıp insanların arasından taş işlemeli duvarı takip eden dar sokağa yönelmişti. Onu ilk o an gördüm. Ürkek bir ceylan gibi tiriyordu. Sanki avucunda yaralı bir güvercin varmış da onu incitmemek istiyormuşcasına narin hareketlerle yürüyordu.
Savunma arkasına koşu yapan bir golcü çabukluğu ile kalabalığın arasından sıyrıldım. Simitçiyi geçtikten sonra soldaki, avucunda bir avuç ekmek kırıntısı ile kuşlara muhabbetlerini sunan öğretmen emeklisi Mümtaz amcanın oturduğu bankı arkama alıp ilerledim. Dar sokağın başına geldiğimde ileriden sağa dönerken savrulan saçları pusulam oluyor, kutup yıldızı gibi dev dalgalar arasında yolumu bulmama yardım ediyordu.
Bu eski sokak ilk anda fazla dikkatimi çekmemişti. Büyük taşların insan teri ile hizaya gelişi gayet nizami ve ahenkli bir tertip  içindeydi. Eski İslami mimari üzere merkeze semtin camisi alınmış,  hemen yanında bir mezarlık yerleşmişti. Belkide yaşamın orta yerine ölümün mabedini koymak insanlara kainatın en net mesajını vermek için düşünülmüştü; 
"Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz."
Caminin etrafına yaşam alanı yuvarlak bir halka düzeni ile kurulmuş, hayat her şeyi ile devir daim üzere tasarlanmıştı.
Köşeden sağa döndüğümde küçük bir çarşı çıktı karşıma.
Girişte her semtin olmazsa olmazı kuruyemişci,  solunda buhardan camları kapanmış bir pilavcı,  rengarenk elbiseleri ile insanın içine neşe dolduran, yolun kenarında mutsuzaşıklara çiçek satan esmer  roman kadınları. Oldum olası hep sevmişimdir onların müzikal samimiyetini.

İlerde peşinden koştuğum mihrimâh bir daha göründü. Şemsiyesini kapattı, üstündeki suları dışarıya silkeleyip kapının girişindeki mor renkli tahtadan yapılma kutuya bıraktı. Dükkana doğru sakin adımlarla seyirttim.  Demirleri yeni boyanmış vitrinin etrafını bir taç gibi saran sarmaşıklar dikkatimi çekti
 Yine vitrinde türlü türlü çiçekler, boy boy saksılarda sıralanıyor,  rutubetli duvarların kasvetine karşı ılık bir bahar rüzgarını çarşıya estiriyordu. Çiçeklerle ilgiliymiş havası yaratarak dükkanın içine kaçamak bakışlar attım.
Arkası bana dönük. Saçları düz ile kıvırcık arası bir yol haritasına sahip. Ama bunun her hangi bir kuaför elinin mahareti ile olmadığı kesin. Orta boydan biraz uzun. Beli ince,  duruşu dik. Üstündeki pileli tek parça elbisesini aynalı kemer ile bölmüş. Saçları omuzlarına dökülüyor.
Üstünde çiçek desenli bir önlük ve başında aynı renklere sahip bir tülbent bulunan kadın ile koyu bir sohbet halinde. Dükkan sahibi kadın solundaki rafların en üstündeki çiçeği gösterdikten sonra küçük bir merdiven yardımı ile aşağı indiriyor. Onlar çiçek hakkında sohbet ederken ben Mihrimâh'ın solundaki koltuğa bıraktığı çantaları dikkatle inceliyorum. Dışardan bir şey anlamak zor ama poşetin tutma yerlerinin incelemiş olması ve  ellerindeki ince kızarıklık ağır bir şeyler olduğunu fısıldıyor. Tekrar ona döndüğümde tezgahtar kadın ile vedalaştığını görüyorum. Kendimi vitrinin yanındaki duvara doğru çekip beni görmemesi için kadrajdan çıkıyorum.

Elinde poşeti, kapıdan çıkarken şemsiyesini de alıyor. Tek elle şemsiye açma işine yoğun çaba ile baş koyan kızın, diğer elindeki poşet parmaklarından kayıp düşünce içinden sıyrılan kitaplar dikkatimi çekiyor. En üstte Nazım,  altında Cemal abi, iki altta Orhan Veli ve hepsinden uzağa fırlayıp ayaklarımın dibine gelen Sabahattin Ali.  Canım Aliye,  Ruhum Filiz yazılı kitabı yavaşça yerden aldım. Elindeki ani hafiflemeyi farkedip geriye döndüğünde göz göze geldik. Sabahattin Ali kitabını öyle şefkatle tutmuştum ki, gözlerimin içine baktı;

''O an ölseydim dünyayı güzel bir yer olarak hatırlayacaktım,  o an ölseydim dünya güzel bir yer, ben mutlu bir insan olacaktım.''

Eğilip kitaplarını toplamaya başladı. Çocuğu düştüğünde hemen kaldırıp dizlerindeki toprağı elleriyle temizleyen, yarasına üfleyip küçük bir "öpeyim de geçsin"  busesi konduran anne şefkati vardı gözlerinde. Hepsini tek tek düzeltip çantasına yetiştirdi. Yavaşça kafasını yerden kaldırırken önce kitapla sarmaşdolaş olan ellerimde durakları, sonra yüzüme odaklandı;

-"Buyrun" dedim.
+"Teşekkürler"  dedi.
-"Rica ederim"  dedim.
Sonra da nedenini bilmediğim bir telaşla arkamı dönmüştüm ki kulaklarıma çarpan bir ses tüm vücudumu kaskatı kesti.
+"Pardon?"
Ne olmuştu acaba, onu takip ettiğimi mi farketti? Ne diyecekti? ''Acaba mahsuru yoksa vapurdan beri adım adım peşimde olmanızın sebebini öğrenebilir miyim?'' gibi kinayeli bir soru cümlesi ile karşılaşmak şaşırtıcı olmazdı.
-''Efenim'' dedim ruhumun soğuk odasından çıkan kısık ve titrek bir sesle. Aklımdaki soruya verecek bir cevap bulmak için uğraşıyordum aynı anda fakat tüm çabalar sonuçsuzdu.
Elindeki Sabahattin Ali kitabını gösterip;
+Sever misiniz?
-Kim sevmez.
+Okudunuz o halde ?
-Defalarca.
+Sizde kalsa ?
Bir an duraksadım. Az önce karşısında darbe sonrası sorgu odası gerginliği yaşadığım siyah saçlı güzel bana bir hediye uzatmıştı. Ondan , onun elinden bir parça. Ayrıca bu bir kitap. Keşke başka bir şey isteseydim demek geldi içimden. Durdum. Daha başka isteyecek bir şeyim olmadığını farkettim.

-Ama kendiniz için almışsınız?
+''Ben daha önce okudum'' dedi. ince sesi yeni yıkanmış anne evi bardakları gibi keskin bir parlaklığa sahipti. ''Bunu arkadaşım için almıştım. Ama belli ki sizin ellerinizde tam anlamını bulacak.
+Teşekkürler.
-Rica ederim.
+''Ben de size bir kitap hediye etmek isterim'' cümlesi ile başlayan konuşmamda hem bir randevu koparma umudu hemde annemden öğrendiğim komşudan gelen tatlı tabağını geriye dolu göndermek gerek felsefesinin uygulama çabası vardı. Bu şekilde giden kısa sohbetin sonuna doğru onu vapurdan inerken gördüğümü ağzımdan kaçırdım. Bu onu takip ettiğimi belirten sağlam bir kanıtın iddaa makamının eline geçmesi demekti. Yüzümün kızardığını görünce bu cümlemi duymamış edası ile;
+Haftaya bugün 5.45 vapurunun demirlediği iskelede buluşalım o halde. Hem kitaplardan konuşuruz.''
-Tabiki seve seve.
+Görüşmek üzere.
-Görüşürüz.
Yüzümün kızarıklığı tavan yapmış, o ise arkasını dönüp küçük şemsiyesinin altına girip yola koyulmuştu. Köşeyi döndüğünü görünce bir sigara yaktım. Sevinçten yüzüme oturan tebessüm gitmek bilmiyor, adeta tüm sokağa manasız gülücükler saçıyordum. ''Haftaya bugün'' diyordum içimden . İşte büyük gün tanımının altını tam olarak dolduran gün. Sahi bugün neydi günlerden? Bir an gereksiz bir içsel ünlem yaşadı zihnim.
Hemen sağımdaki saatçiden içeri dalıverdim.
-Selamın Aleyküm amca
+Aleyküm selam evlat
-Amca müsaitsen bir şey soracaktım. Bugün günlerden ne?
Amca bir an duraksadı. gözlüklerini burnunun üstüne kaydırıp beni yukarıdan aşağı süzdü. Haklıydı aslında. Bu soruyu soranın zil zurna sarhoş olma ihtimali ilk akla gelendi.
Otur bakalım evlat dedi. Sanırım bu yaklaşımı az önce kitap güzeli ile konuşurken beni görmesine borçluydum. Ona nasıl baktığımı, yaşadığım sitres ve gerilimi görmüş olacak ki bu sorumu mazur gördü.
''Buyur'' dedi tezgahın önündeki takta mavi tabureyi göstererek. Geçtim oturdum. Telaşım hafiflediğinde amcaya bakma fırsatı buldum. Orta yaşın üstünde, yaşlı denilecek yılların kıyısında idi.
Saçları üstlerden dökülmüş, yanlarda ve arkada kalanlar da beyazlamıştı. üstündeki krem rengi çizgili gömleğin sağ ve sol tarafından iki adet lastik omuzlarına tutunup belinden pantolonuna bağlı idi.
Gözündeki gözlüklerin yanı sıra genelde sahafların kullandığı göz çukuruna sıkıştırılan küçük büyüteç benzeri aletten onda da mevcuttu. Gözlüğünü gözünden alıp katladı ve gömleğinin sol üst köşesindeki küçük cebe koydu.
+Ahmet , oğlum koş bize iki orta kahve söyle
-Peki usta.
Amca ile koyu bir sohbete ortak girileceği belli olmuştu. Sohbetin oluşumunda kullanılan ilk element olan kahvenin söylenmesi ile artık tüm şartlar hazırdı. Cebimdeki paketten bir sigara uzattım. ''Bıraktım'' dedi. On sene oldu çok şükür.
Dükkan kapısı açıldığında elinde tepsi ile mahalle çaycısının çırağı içeri girdi. Önce bana , sonra dükkan sahibine kahvesini verip aynı sessizlik içinde kapıdan çıktı. Saatçi amca kahvesinden bir yudum alıp;
 +''eee evlat, kimsin ? necisin? burada ne aradın ne buldun?
-Katibim amca. Ne aradığı ne sen sor ne ben söyleyeyim. Ne bulduğuma gelince ondan bende emin değilim.
+''Nasıl yani?'' iyice öne gelip bana odaklandı.
-''Biraz temiz hava alayım, bir çay içeyim, aldığım bol susamlı simidin yarısı benim olsun, diğer yarısını boğazın süsü martılara ikram edeyim diye sahile inmiştim. Vapur düdüklerini sesi, martıların çığlıkları, çay ve simit. Derken onu gördüm.
+O kim?
-Bende bilmiyorum.
Amcanın şaşkınlığı artmış, kahvesinden bir yudum daha alıp meraklı gözlerini üstüme çevirmişti.
+eee sonra?
- Sonra düştüm peşine , bir köşe döndüm, bir simitçi geçtim , midyecinin sağından mısırcının solundan sıyrılıp buraya attım kendimi. Birde ne göreyim?
 +Ne gördün?
-Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Orhan abi, Sabahattin Ali
+Sabahattin Ali mi?
-Evet amca zaten her şey onun sayesinde oldu. Oğuz abi de olsa daha iyi olurdu ama haftaya artık
+Oğuz abi kim evlat
-Oğuz Atay amca.
Amcanın kafası iyice karışmıştı. Kapı açıldı çaycının çırağı gelip önümüzdeki kahve boşlarını aldı.
-Amca bana müsaade. Ama hala cevap vermedin bugün günlerden ne ?
 +Perşembe evlat.
-Tabi ya. teşekkürler amca Allah'a emanet.

Amcanın şaşkın bakışları arasında içi türlü türlü antika saatlerle dolu dükkandan sokağa yazıldım. Montumun düğmelerini boğazıma kadar çekip şapkasını bir harekette başıma geçirdim. Akşam ezanına az kalmış,hava serinlemişti.

Evimin olduğu sokağın köşesine geldiğimde karanlık şehri tamamen egemenliği altına aldı. İki yanı apartmanlarla dolu  olan sokak ana caddeye göre daha sakindi. Dar olması nedeniyle fazla araba girmezdi. Bu sayede gürültüden bir nebze olsun sıyırmıştı kendini. Apartman kapısını açtım. Asansör yine bozuktu. Yöneticiye bir küfür savurup basamaklara vurdum bütün gün yürümekten sızlayan ayaklarımı. Üçüncü merdiven yokuşunun sonundaki düzlüğün solu benim eve açılan kapıydı. İçeri girdim. Işığı yakıp montumu askılığa astım. Ayaklarımı ayakkabılar içindeki mahpusluktan kurtarıp annemin aldığı yumuşak terlik içinde huzura kavuşturdum. Dar koridoru geçip sağdaki ikinci kapıdan odama girdim. ışığı açtım.  Camın kenarındaki tekli koltuğa kendimi attım. Bilgisayarımı açıp arkama yaslandım.Uyku halindeki aleti uyandırıp şarkıya kaldığı yerden yol verdim. Müslüm Baba'dan çalan şarkıya eşlik eder halde mutfağın yolunu tuttum. Ocağı açıp içi su dolu çaydanlığı yerleştirim. Odaya döndüğümde camı hafif aralayıp küllü önüme çektim. Bir sigara yaktım. Biraz Müslüm baba , biraz sigara , biraz biz. Olanları zihnimde toplamaya çalışıyordum . Rüya mıydı? Ne olmuştu? Çaydanlıktan gelen ıslığa benzer ses ile mutfağa yöneldim. Kaynayan suyu demlikteki kara çay ile buluşturup tekrar ocağa yerleştirdim. Düşünmeye çay da aramıza katılana kadar ara verme kararı aldık. Gece uzun dert uzun. Vaktimiz bol yani. O gece gerçekten de maraton mesafesinde  geçti.Yüz metre koşusu boyutundaki hayalleri beş bin metre kros yarışı denkliğinde hayal ettim. Belki de kendimi toparlamak için gün ışığının penceremdeki zakkuma vurmasını beklemem gerekirdi.
Sabahın erken saatlerinde şehirde yükselmeye başlayan ses düzeyi uyanmam için alarm görevi görmüştü. Bütün gece rahat uyuduğum söylenemezdi zaten. Dün yaşadıklarım aklımdan çıkmıyor, mutluluğun yanında bazı soru işaretleri de kafamda Sivas karşılaması oynuyordu.
Adı neydi? Doğru ya adını bile sormamıştım. Ama o da benimkini bilmiyordu. yani skor hala 0-0.
Ondan elimde kalan çiçek sevgisi, Sabahattin abi ve 5.45 vapuru idi. Yatağımdan doğruldum. Masanın üstündeki sürahiyi alıp camın kenarında duran zakkuma günaydın suyu verdim. Ardından aralık olan pencereyi tamamen açıp temiz hava ile dolan odadan mutfağa geçtim. Ocağın altını yaktım bir kahve yapacak kadar suyu kaynamaya bıraktım. Akşamki çayı da tam içmemiştim zaten. Böyle huylarım vardı . Koca bir demlik çayı aşk ile demler, bir bardak içip bayatlamaya bırakırdım.
Odaya döndüğümde gözüm sigara paketimi aradı. Her zamanki yerinde yatağımın sağında duran tahta komodinin üstünde duruyordu. Fazla yeni olmamakla beraber dört çekmeceden ikisi siyah , ikisi beyaz renk kombini ile yıllardır benimleydi. Uyku moduna geçmiş bilgisayarı uyandırıp Müslüm Gürses şarkısını gece kaldığı yerden başa sararak dinlemeye devam ettim. ''Ateş donar su yanar, benim yerimde olsa'' diyordu baba. Arafda kalmıştı belli. Ben de baba dedim. Çalışma masamın sol köşesinde duvarda asılı olan Müslüm Gürses posterine bakıp ince bir selam çaktım. Müslüm babanın sağ üst köşesinde Muhammed Ali Clay ''Hayal gücü olmayan insanın kanatları yoktur'' sözünün yazılı olduğu posterden bana laf atıyordu. . ''The Müslim Tiger Muhammed Aliii'' diye seslendim . odanın içinde yayılan sesim mutfaktan gelen ıslıkla çarpıştı. Mutfaktan elimde kahve fincanı ile geldiğimde uykum biraz daha açılmıştı.
Daha yüzümü yıkamadan kahve ve sigara içip uyanmak en sevdiğim hobimdi. Kuru gırtlağımdan ilk bunların geçmesi, o sırada nefes almada yaşadığım zorluk bana yaşamanın kıymetini anlatıyordu adeta. Çalışma masam evin en düzenli yeriydi. Bilgisayarım koltuğa yakın sol köşede yer etmişti kendine. Sağ duvara bitişik köşemde daktilom vardı. Sık sık yazılar yazar, yazdığım yazıdan çok daktilodan çıkan tuş seslerinin musikisine dalardım. Yine duvar dibinde içi rengarenk kalemlerle dolu kalemlik ve yanında bir deste not kağıdı dururdu. Okuduğum kitaplardan sevdiğim cümleleri bir define bulmuş edası ile o not kağıdına yazar, destenin en altına koyardım. Saat 9'a gelirken boş kahve bardağını masaya bırakıp giyinmeye başladım. Önümde ona kavuşmak için geçmem gereken altı gün vardı.
Kendimi sokağa attığımda şehir haftanın son günü keşmekeşine kendini kaptırmış, herkes bir yerlere koşuşmaya başlamıştı. Hava açık , ama fazla bunaltıcı değildi. Evden çıkarken giydiğim ceketimi çıkarıp koluma astım. Durağa geldiğimde yaklaşan ilk dolmuşa el edip atladım ve nereye gittiğini sorgulamadan yola koyuldum.
Bir hafta gayet sıradan ve bu günü düşünmekle geçmişti. Vakit geçirmek için yataktan çıkmadım öğlenedeğin.

Kalktım. Her zamanki kahve ve sigara seremonisini gerçekleştirip giyinmeye başladım. İlk defa gömleğimin ütüsüne bu kadar özenmiştim. Neydi bu özenin, tatlı telaşın ve onun için yaptığım her şeyi daha iyi yapma isteğinin sebebi? Gömleğimi ütüsünü bozmamak için büyük dikkatle giydim. Aslında nafile bir dikkati bu, İstanbul gibi bir şehirde ütü bozmadan yolculuk edebilmek bir bomba imha ekibi titizliği istiyordu.

Kapıya indim. Sakin sokağımı hızlı adımlarla geçip ana yola çıktım.Bir taksi durdurup her şeyin başladığı vapur iskelesine doğru yola koyuldum.

Fazla yoğun olmasa da hızı kesmeye sebep olan bir trafik akışı vardı. Ama ilk görüşmede çuvallamamak için her tedbiri almış, erkenden yola çıkmıştım. Saat daha üçe yaklaşıyordu. Taksiden az bir yol kala inip yürümeye başladım. Kalabalık sokaklarda insanların arasından sakince süzülüyor, dikkatimi onunlayken ne yapacağım sorusundan başka şeye veremiyordum. Sahile ulaştığımda vapurdan inenleri en rahat gören banka geçip cebimdeki kuruyemiş paketinden bir avuç aldım. Güneşi gören martılar daha neşeli uçuşuyor, insanlar eşleri ve çocukları ile parklara, pikniklere gidiyor, akşamdan kalma olduğu çok belli olan, karısı eve almadığı için gece çimenlerde yatan dayı uykusunu koluna takmış sahilde turluyor, genç delikanlı sevgilisine pamuk şekeri alırken ucundan bir parçayı kendi boğazına düğümlüyor, liseli sevgililer on yedi yaşın verdiği dayanılmaz neşeyi yüksek voltayda tatmayı ihmal etmiyordu.

Boğaz kenarında balık ekmek satan teknelerden neşeli Karadeniz türküleri yükseliyor, şehir adeta bizim ilk buluşmamızı kutluyordu. Ona getirdiğim kitaba baktım. ''Albayım beni Nezahat ile evlendir''

Saat 5.40. Vapurun düdüğünden gelen ses duyuldu, daha uzakta olmasına rağmen onu görmek umudu ile gözlerimi kıstım. O kalabalıkta imkansız olsa bile deniyordum. Vapur şoförü her zaman yaptığı gibi ustaca bir manevra ile iskeleye yaklaştırdı. İçeriden atılan iki genç deli kanlı vapurun iplerini , yıllardır iskele betonuna gömülü halde bekçilik yapan büyük demirlere bir gemici düğümü ile bağladı. Onun inmesini beklerken elimdeki kitapta onu okuyacağım kısmı ezberimde tekrarladım. Aslında unutmuş olmam imkan dahilinde değildi. Bu kitabı okurken o kısmı görüp çalışma masamda misafir ettiğimden bahsettiğim not kağıdına karalamıştım.

O iniyordu. Sanki göçmen bir kuş yıllar sonra yuvasına döner gibi geliyordu. Gözlerim öyle bir dikkatle odaklandı ki, onca kalabalıkta yalnız onu görüyor, sağından ve solundan geçenleri Rtük mozaiği varmış gibi sansürlüyordum.

Acaba bana kaderimin bir oyunu muydu bu ? Olması muhtemel. Oğuz Atay'ı gecekondusunda anlaşılmaya mahkum bırakan kader bize neler yapmazdı. 
''Aşk örgütlenmektir, bir düşünün abiler'' dedi Ece Ayhan. Ondan aldığım hızla ona doğru adımladım. Her şey ağır çekim akıyor, ay parçası yüzü gittikçe yaklaşıyordu. Ve sonunda karşı karşıya geldik;

+''Merhaba' dedi nazikçe zarif ve ince ellerini uzatıp.

-''Sen bana evet dersen ben baştan aşağı mutluluk olurum. Meftun olurum. Bırakırım şairliği. Zaten şairlik mutsuz adam işi. Hem senin yüzünden güzel şiir mi var?''

Duraksadı bir an. Beklemiyordu böyle kontra bir girişi. Aslında ben de beklemiyordum. Gülümsedi.
Sustum. Elimi yürüyelim manasında bir hareketle sahil yoluna doğru uzattım. Kısa bir yürüyüştü. Hiç konuşmadık. Çay bahçesine oturduk. O elinden ince kenarları dantelli eldivenlerini çıkarıp iç içe koyduktan sonra çantasının içine attı. İki çay dedim. Biri demli. Ben de iç cebimden çıkardığım kitabımı masaya koydum. Gömleğimin üst cebinden sigara paketimi çıkardım. Göstererek sorun var mı ? dedim. Hayır dedi. Bir sigara yaktım. Kitabı göstererek ;
+''Bana mı?'' dedi.
-''Evet'' dedim.
Kısa ve kesin bir bakış attıktan sonra;
+İlhami Algör . Severim.
-Daha önce okudun mu?
+Bu kitabı değil.
-O zaman Fakat Müzeyyen bu derin bir tutku?

Evet anlamında tatlı gülümsemesi ile cevap verdi.
Üstünde dumanı ile çaylarımız geldi. Şekeri uzattım,kullanmıyorum dedi. Ben iki tane attım. Kitaba uzandı. Arada ayracın olduğu sayfayı açtı. O okumaya başlamadan ben seslendirdim.

+''Sende bu ad oldukça istersen sıfır numara kel, istersen at kuyruklu olurum. İnce bıyıklı, tek dişi altın olurum. Meftun olurum meczup olurum. Uzaklara bakarım, çıtımı çıkarmam.Nasıl söyleyeceğimi bilemem , susarım. Susmak üzerine konuşmak gerekirse beni çağırırlar, oturur susarım. Dolmabahçe saat kulesiyle, Çırağan sarayıyla konuşurum. Duvarlara yazılar yazarım gizli gizli;''Albayım, beni Nezahat ile evlendir.''

Sustum. Kitabı kapatıp önüne koydu. Konuşma boyunca gözlerime kenetlediği gözlerini yavaşça kaçırıp çayından bir yudum aldı.
Boğazın tuz kokusu ciğerime doluyor. Martılarda ahengle uçuyordu.

'' Kuşlar bile kaderle uçar. Evvela kader, evvela kısmet''

Sohbetimiz güzel akıyordu. Ben ona kitaplardan sevdiğim kısımları okuyordum. Onun örnekleri biraz daha şiir kökenli oluyordu. Nazım'ın Piraye'ye aşkına gelince;
+''Yıllarca hapisden mektuplar yazmış ona'' dedi.
-''17 yıl'' dedim.
+''Kim bilir kaç mektup?'' dedi.
-''518'' dedim.
Verdiğim net bilgiler hoşuna gidiyor, beni bir edebiyat kurdu gibi görüp , şiir yazar gibi, Atilla ilhan okur gibi dikkatle dinliyordu. Ama bu durumum ukalalık ile özgüven arasında ince bir çizgiydi ve her an düşebilirdim.Rotamı ona kırıp;
-Biraz geç kalınmış bir soru ama , adınızı öğrenebilir miyim?
+Firdevs. Sizinki ?
-Sait.
+Memnun oldum.
-Bende.
Sohbetimiz bilmediği denizlere açılmış acemi bir kaptan tedirginliği ile yavaş ve garantici olarak devam ediyordu. Risk almaya korkmakla beraber gittikçe sorular cürretkarlaşmaya başladı.
Birbirimizi tanımaya çalışıyorduk ama ikimizin de yaraları hala sızlıyordu, bu çok açık. Belkide tedirginlik bir yarayı daha kaldıramayacak olmamızdan geliyordu. İnce gerdanına dolamış olduğu eflatun fuların altından sarkan kolyeye baktım. Şık bir Osmanlı Tuğra'sı idi. Altın renkli zincire bağlıydı. Uzun, kalın iplerle iskeleye kelepçelenen vapur geldi aklıma. Sorduğumda annesinin hediyesi olduğunu, ona da rahmetli babasının aldığını söyledi. Pek değerli bir paça olmasa da onda anısı büyükmüş. O bana soruyor bende kısaca özet yapıyordum. Ona fazla soru sormamam dikkatini çekmiş olmalı ki senin merak ettiğin bir şey var mı? diye arada yokluyordu. Aslında pek soru sormayı sevmezdim. Bakarak anlamak, kendi gözümle yorumlamak daha gerçekçi geliyordu. Parmağı dikkatimi çekti. Sağ elinin baştan üçüncü parmağı, insan elinde en uzun olan, beyaz bir halka vardı. Belli bir yüzük izi. İçim cız etti bir an. Acaba kapatmaya çalıştığı yasasının izi miydi bu? Eski bir sevgili ya da nişanlı? Belkide kendi arasında verdikleri bir sözün nişanesi. Sormadım. Ama o anlamış gibi.
+Anneannemden yadigardı. Beyaz küçük taşlı, ortası işlemeli zümrütten bir yüzük. Yıllarca neredeyse çıkarmadan taktım. Son yıllarda ise sadece hastanede çıkarıyordum.
Bir an içim rahatladı. Ama hastahane ? Sormadan onu açıklamaya da girmişti bile.
+Ben hemşireyim dedi. İndiğim vapurun geldiği yerde özel bir hastanede çalışıyorum. Biraz uzak düştü ama n'apalım kısmet nerede ise artık. Sorun olmasın diye mesai başında çıkarır dolabıma koyardım. Seninle tanıştığımız gün işe gittiğimde elimde olmadığını farkettim. Ayten ablaya sordum ama o da görmemiş.
-Ayten abla?
+İlerideki çarşıda dükkanı var çiçekçi. Hatta seninle onun kapısında tanıştık. Unuttun mu ?
Nasıl unutabilirdim gibi. Kapı  numarası bile aklımda. Orası hayatımın değişme noktası. Orası benim mabedim.

Gelip giden çayların sayısı unutulmuş, saat kavramı mantık dışı kalmıştı.Ayrılık vakti geldi. ''Seni bir daha görebilecek miyim ?'' dedim. ''Kısmet'' dedi. Yüzüm ekşise de belli etmemeye çalıştım. Beynim net bir cevap almak istiyordu. Unutma sevgili okur;''İnsan egosu ucu açık şeylere karşı tahammülsüzdür.''
Tokalaşıp vedalaştık.Yavaş yavaş sahil yolundan kayboldu.
Daha sonra üç hafta görmedim onu, ama görmek için çabaladım. Her gün 5.45 vapurunu bekledim, inmedi. Saatlerce Ayten ablanın çiçekçisi önünde pusuya yattım, gelmedi. Saatçi amcayı gördüm. ''Evlat'' dedi. Bugün günlerden ne ? Artık önemsiz dedim , sustum.
Bugün tam üç hafta sonrası, perşembe. Sabahattin Ali'yi hala ceketimin cebinde taşıyorum. İlhami Algör hala zihnimde. Ben hala 5.45 vapurunun demirlediği iskelenin karşısındaki bankta, elimde sigara, cebimde kuruyemiş paketi, gözüm martılarda. Firuzan yok.
Artık çekildi ayaklarım iskeleden. Onu takip ettiğim çarşıdan geçtim, oturduğumuz çay bahçesinde iki demli çay içtim. Son kez dönüp baktım denize;
-''Görüşürüz"  dedim.
+"Ne zaman abi?"  dedi
-''Öğrenemedin gitti'' dedim. ''Haftaya, 5.45 vapurunda.

''O benim dünyalık düşünceleri terkettiğim günün nişanı idi. Evet terk etmek..

Unutma; gün geldiğinde tüm insanları terkedeceksin, insanlar buna ölüm der. 
Sen ise doğum dersin.
Doğudan kızıllıklarla doğmak dileği ile.
Senfoni ile kalın.








Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HİKAYE YAZAMAYAN HİKAYECİ'NİN HİKAYESİ

KIRÇIL

LİSÂN-I HÂL'İM HAKKINDA BAZI MÜLAHAZÂTI ŞAMİLDİR