Kayıtlar

Nisan, 2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor
Tekrarlara düşmek, tek nefeste yaşamak hayatı, geriye bakmadan hızlı adımlar atmak, öncesi ya da sonrası hakkında düşünmeden koşmak uçsuz bir ovada. Semtsiz şehirlerde gün ışığını kovalamak, aynı anda kendi gölgenden kaçmak. Ve savaşmak hayatın her yüzüyle, her harpte öncü birlik olmak. Yirmi üç yıldır yaptığım şey tam olarak buydu.  Beni üç gündür tanıyan bir kadından hayatımı fragman tadında özetleyen bu cümleleri duymak zihnimi savuşturmuştu.  Nasıl bir paragrafta özetlemişti beni. Hayat, yirmi üç senelik bir hayatın aforizması bir paragrafa nasıl sığar. Hayat, basit kararlar bütünü. "Hayatımızı aldığımız kararlarla biz belirleriz" tezi tamamen çöp. Hayatımızı seçtiğimiz değil, seçmedigimiz şeyler belirler sevgili okur. Neyin elini tuttuğun değil, onun elini tutmak için nelere sırt donebildiğin önemli olan, nelerden feragat edilebildiğin. "Sen benim yaptığım en güzel anlatım bozukluğusun, güzelliğine denk bir benzetme bulamadım. " demekle yetinebildim. Kurduğu...

SANA BAKMAYAN GÖZLEM EVLERİNE BOYKOTUM MÜZEYYEN

Nefessizlik diz boyu, günler almış başını gider. Sana çıkmayan yollara küskünüm Müzeyyen . “Ben küskünüm feleğe, düştüm bitmez çileye.” Günlerden Beyoğlu, saatlerden Türk Sanat Musikisini beş gece. Sana çıkmayan notalara sağırım Müzeyyen. Sağır duymaz, ama güzel sallar mantığı ile hiç duymadığım şarkımızı sessizliğe anlatırken bayramlarda okul kürsüsüne şiir okumaya çıkmış, eğitimin üçüncü sınıfında öğretimden bi haber çocuk neşesi var gozlerimde. Sensizlik okul müdürünün sert yüzü, varlığın babamın tok sesi. Sana bakmayan gözlem evlerine boykotum Müzeyyen. Ben senin beni sevme ihtimalini tahayyül etmeye cesaret bulamadığım bu fani bedende yirmi üç seneyi nasıl doldurmayı başardım bilinmez. Seni anlatmayan dizilere rtük sansürüyüm Müzeyyen. Nasıl anlatsam ki seni. Ya aslında anlatırım edebiyatım iyi, ama hakkını vermekse bu işin temeli, güzelliğinin hakkını veremeyen benzetmeye kırgınım Müzeyyen. “Elbet birgün, buluşacağız. Bu böyle yarım kalmayacak.” Hiç başlamamış bir hikayeyi ya...
Küçük sevinçleri olmalı insanın hayatta. Şahsına münhasır. Sevimli bir kedi yavrusu masumluğunda sevinçler. Ölmek için fazla müsaitiz sevgili okur. Bazen tüm şartlar uygun olsa da ölemezsin derler ya, ölmek için fazla uygunuz. Hayatımızın bazı anları Müslüm Gürses şarkıları gibidir. Muazzam güzellikte olsa da tekrarı imkansız. Ah bazı insanlar. Bazı insanlar  vardır ki, onlar sana soğuk davrandığında dünyadan dışlanmış gibi hissedersin, karantina embiriyo gibi. Vebanın günümüze tecellisi. Sigara dumanının arternatif duygulara ev sahipliği yaptığı çağlardayız. ''Sigaramın dumanıda dumanı, yoktur aman şu yarimim imanı'' ya da ''Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni'' sözlerindeki saklama kabı işlevi. Takatim yok, vakit bir türlü geçmek bilmezken yılların nasıl dört nala bir film şeridi olduğunu anlamaya çalışıyorum. Sağım Ece Ayhan, solum devrim önüm arkam sobe. Saklanmayan Charles Dickens. Her çocuk sevdiklerinin kendisiden önce ölmesi ihtimaline ka...
İnsanlara güvenmek için yılların yetmediği yaşlardayız. Dostluklar puslu. "Erkekler ağlamaz" tezini yıkmak üzere olduğum günler... Her insan, ölüme doğar sevgili okur.  "Öleceğini bile bile yaşamak" lanetinin yüklendiği,  et-kemik- sinir üçgeni varlık -Nâm-ı diğer ademoğlu - bir ölüm senfonisi altında vals yapmayı "yaşamak" olarak adlandırır. Hamlıktan kor olmaya giden yolda,herkes ölümsüzlük iksiri tadında bir dikili taş bırakmaya çalışır dünyaya. Dünya da ölümsüz olacağı bir nişan taşı bırakmak... Peki neden öleceğinin keskinliği içinde ölümsüzlüğü arar, yokun içinde varı, hiçliğin içinde her şeyi, ölümde yaşamı... Her şey zıttı ile sevgilidir sevgili okur. Varlığın aşkı yokluk, ölümlünün kara sevdası mezar. İnsan bir metrelik delikte bitecek yaşama rezidanslar sığdırmaya çalışır sevgili okur. İnsan, eşref-i mahlukat,  nefsin kölesi. Her tanımıyla ölümün uslanmaz sevgilisi. İnsan ölüm senfonisi altında,  yaşam türküsü tutturur...
Kadıköy iskelesinde rüyalara daldım. Daldım çıktım, daldım çıktım, daldım kaldım. Bir martının ağzında balık oldum çıktım. Martı midesinde yemek oldum. O uçtu bende balık halimle uçtum. Balık nasıl uçar deme.  Uçtum. Çıktım. Taş yolların yaş kaldırımlarında insan nefesi oldum, buhar oldum, karbonmonoksit oldum. Şehre usul usul karbonmonoksit yağdı. Kadıköy'den dikili taşa,  ordan Nişantaşı'na aktım. Yağmur yağdı, yağmura karıştım kırık kiremitler üstünden plastik borulara, ordan karanlık logarlara aktım. Çay ocağına girdim. Kapı üstüme geldi. Tabure altımdan kaydı. Çaydanlık ıslık çaldı. Hişt. Dedim. Zaten sinirliyim.  Hepsi sustu, tabure bı uyur abi dedi, kapı geri çekildi, çaydanlık derdini bardağa döktü. Bardak ısındı. Üstü buhar oldu, çay ocağının içine karıştı. Vurdum. Yumruğumu duvar hissetmedi. Parmaklarım sızladı,  sövdüm. Duvar duymadı, duyduysa da iplemedi.  Kızdım. Soğuk sular kâr etmedi. Kendimi kışlara vurdum, içimdeki pastırma sıcaklarına yetme...